Sen halkın içinde olamazsın, halk senin içinde olacak!
Geçen yazımızda yerel seçimlere giderken CHP’nin durumuna değinmiş ve en güçlü noktadaymış gibi görünürken aslında en zayıf noktada durduğunu söylemiştik. Evet.Rakibin kaybetmesi her zaman sizin kazandığınız anlamına gelmez. Çünkü gerçekten kazanmak demek, rakip kendi ayağına sıkmadığı zaman da onu alt edebilecek güçte olmak, rakip sapasağlam dururken onun karşısına gerçek bir alternatif olarak dikilebilmek demektir. Hatta rekabet etmeyi bir kenara bırakın, rakibin sizle boy ölçüşemeyeceği, adımını bile atamayacağı bir alan yaratmak demektir kazanmak…
Şimdi dönüp Kemal Kılıçdaroğlu’nun herkeste umut yaratan genel başkanlığından bu yana partide neler değişti bir bakalım? Hani hep diyorlar ya “oyları bölmeyelim, CHP’de birleştirelim”, o zaman oyların nasıl bir partiye çağırıldığını da sorgulamak gerekmez mi?
O zaman soralım; parti sosyal demokrat ve sol değerlere daha fazla mı sahip çıkmaya başladı? Parti içi demokrasi mi gelişti? Partinin üyeleri arttı ve üye katılımına dayalı örgüt yapıları mı oluştu? Partinin ilçe örgütleri, il örgütleri tabandan gelen siyasi yarışla mı şekillendi? Delegeler genişleyen tabanın üye tercihlerine göre mi şekillendi? Parti meclisi ve parti yönetim organları demokratik mekanizmalarla mı oluştu? Milletvekilleri parti içi demokratik mekanizmalarla mı belirlendi ve Meclis’e gönderildi? Yerel yönetim adaylarının belirlenmesi için hangi demokratik katılım yöntemleri kullanıldı?
CHP yöneticilerinin pek çoğunun bunlara verecek çok fazla yanıtı olduğuna eminim. Ancak görünen bir gerçek var ki bunca yıl içinde bütün bu sorularla ilgili çok azyol katedilebildi.
İşin temeli; yani başlangıç noktası; yani bir siyasi partinin üye ve örgüt yapısıyla topluma nüfuz edebilmesi sorunu bir türlü çözülemeyince -ya da birileri tarafından çözülmek istenmeyince- CHP’nin tabanını oluşturduğu varsayılan toplum kesimlerinin taleplerinin siyasi alana aktarılması da bir türlü mümkün olamıyor elbette. Bu olamayınca da partiningüçlü bir şekilde varlığını inşa etmesi, siyasi alana kendini dayatması olanaksız hale geliyor.
İş dünyasındaki pazarlamayla siyasi pazarlamanın pek çok yönden birbirine benzediği söylenir. Ancak CHP ve benzeri partilerin yukarıda sözünü ettiğim sorununu kavrayabilmek için temel işleyişteki farkı gözden kaçırmamak gerekir. Zira pazarlama uygulamasında benzerlikler olsa da “parti” ile “şirket”, “siyasetçi” ile “ürün”, “seçmen” ile “tüketici” birbirinden çok farklı kavramlar. Bir şirket, pazarda tespit ettiği bir boşluğu değerlendirerek başarıyı yakalayabilir. Tüketicilerdeki, teknolojideki değişimi iyi izleyerek, analiz ederek doğru stratejiler geliştirebilir, hatta yepyeni pazarlar yaratabilir. Bunun için de çeşitli izleme, anlama, analiz yöntemleri kullanabilir. Zira küçük veya büyük, bir şirketin toplumla bağı kapitalist üretim döngüsüyle sınırlıdır.
Bir siyasi parti ise para-meta-para döngüsüyle sermayesini çoğaltan bir şirket değildir. Siyasi parti, toplumdaki belirli konumlara bağlı taleplerin vücut bulmuş halidir. Parti, doğrudan doğruya o taleplerin sahipleri tarafından oluşturulan bir yapıdır. Bu nedenle bir partinin esas olarak “toplumu anlamaya” çalışmaması gerekir. Toplum zaten partinin içinde olmalıdır. Bunu sağlamak, toplumun çok küçük bir bölümüne hitap eden misyon partileri için kolay, kitle partileri için ise zordur. Sağ partilerin pragmatik ittifaklarla zaman zaman ortaya koyabildiği bu yapıyı CHP, sıraladığımız sorulara bir türlü olumlu yanıt veremediği için tutturamıyor aslında.