Şekli bırak, öze bak!
85 yıl önceki küresel koşullar ile bugünküler arasında temel eğilimler açısından çok büyük bir paralellik olduğunun farkındayız ve Osmanlı'yı tarihe gömen büyük yanlışların bugün Türkiye Cumhuriyeti'nde tekrarlandığını görmek şuurlu vatandaşlarımızı üzüyor.
Osmanlı son yüzyılında dış güçlere tam bağımlı, sistemli bir şekilde sömürülen, karanlıktan çıkamadığı için yıpranmış ve yozlaşmış bir yapıda idi. Bu açmazdan çıkma basiretini sergileyemeyen ülkelerin varlıklarını koruması mümkün değildi; ancak sorunların ağırlaşması pahasına günü kurtararak, o zamanın deyişi ile "idare-i maslahat" ederek bir süre daha idare edebilirlerdi hepsi o kadar gerçekten inançlı kesimlerin bu olumsuz gidişi seyretmesi, dış güçlerin vesayeti altına girerek kullaşması, kendi toplumunun yaşayacağı tehlikelere karşı tedbirsizliği onaylaması mümkün değildi. Tersini düşünenler kendine güveni de birlikte inancı ve insani değerleri yıpranmış, yozlaşmış kişiler olabilirdi ancak.
Büyük bir savaş verildi ve Cumhuriyet kuruldu: Tam bağımsız olunacak, kimsenin vesayeti altına girilmeyecek öncelikle bu ülkenin ve insanlarının çıkarı korunacaktı. Fakat hiçbir şeyi değiştirmeden bu hedefe yürümek ve başarmak olası değildi, herşeyin değişmesi gerekiyordu. Tam bağımsızlığın ön şartı sömürülmemek ve aydınlanmaktı. Zira sömürülüyor iseniz eninde sonunda dış güçlere bağımlı hale gelir ve kontrolu kaybederdiniz; sömürülmemek için ise karanlıktan çıkmak aklı etkin bir şekilde kullanmak ve sürekli bilgide beslenmek gerekliydi. Karanlıktan nemalanan, bu sayede içerideki çıkar çatışmalarını gizleyerek diğerlerini kullaştırarak asalakça yaşayanlar bu işten hoşlanmayacaktı, onlar karanlıktan beslendikleri için bunun devamı adına herşeye razıydılar, zira güçlerini koruyabilmelerinin başka bir yolu yoktu. Cumhuriyet cehaletle savaşmak ve ideale doğru yol almak için bu savaşı kazanmak zorunda idi, fakat cehaletten beslenen feodal yapıyı tasfiye etmeleri gerekiyordu. Devrimleri anlamak için bu çıkar çatışmasını görmek gerekir...
Cumhuriyetin ilk on-onbeş yılında Batı Avrupa çaresizlik bataklığında kıvranıyordu, genç Türkiye Cumhuriyeti ise hem payına düşen dış borcu ödüyor hem de yavaş da olsa hedefine doğru emin adımlarla yürüyordu. Hedefte bu hedefin düşmanları da belliydi. Dünya 1929'da başlayan Büyük buhranın etkisi altında kıvranırken, Türkiye kendi tarımını geliştirmeye, sanayi tesislerini devreye sokmaya özetle kendi ihtiyacını üretmeye odaklanmıştı. Batı'da işsizlik çaresizlik hızla büyürken, Türkiye'de kurumsal istihdam artıyordu. Bu farkı takdir edemeyenler akıllı ve inançlı olamaz...
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise herşey değişmeye başladı; Cumhuriyetin kazanımları şekile indirgenmeye ve içi boşaltılmaya başlandı. Soğuk Savaş'ın gölgesinde dış güçlerle işbirliği içine giren feodal yapı giderek hızlanan bir şekilde etki alanını genişletmeye başladı. 1980 sonrasında ise daha seri bir şekilde tam bağımlılık yolunda ilerledik. Soğuk Savaş ve ardından gelen küreselleşme algılamaları köreltmiş, karanlığı genişletmişti. Bu kararlılık gerçeklerin üzerini örttü, bireysel çıkar ön plana çıktı ve sorunların ağırlaşması ile birlikte daha iyi sömürülmeye başlandık ve tam bağımlı hale gelerek süratle yozlaşmaya başladık. Osmanlı'nın son devrinde olduğu gibi dış güçlerce yönlendirilmeye başlandık, karanlıkta kalmış ve çaresizleşmiş insanlara ise bir yandan masal anlatıp diğer yandan sadaka vermeyi çözüm gibi sunmaya başladık.
Bugünkü koşulları görünce sormak gerekiyor; Cumhuriyetimiz'in kazanımları nelerdi? Tam bağımsızlık, sömürüye karşı olmak, aydınlanma üçlüsünün birlikte oluşturduğu gelecek yolu... Peki bu kazanımlar nerede ve biz neyi kutluyoruz?.. Tüyü bitmemiş çocuklarımızın geleceğini yokedenler