Şehre sirk gelince…
Sirkleri sever misiniz? Ben severim… Gitmeyi de doğrusu özlüyorum… 1970’lerde başrolünü Jack Palance’ın oynadığı “Sirk Dünyası” diye 60’lar yapımı bir Amerikan dizisi vardı… Hiç unutmuyorum Palance, dizide Johnn Slatey rolündeydi ve sevgili Zafer Ergin tarafından seslendirilmişti. İlk orada hayran olmuştum sevgili Zafer Ergin’in sesine...
Bir sinema tutkunu olarak birçok sinema filmi de izlemiştim sirk dünyasını anlatan. Federico Fellini, Woody Allen, Wim Wenders’in yönetttiklerini veya Burt Lancaster ve Tony Curtis’in başrolleri paylaştıkları “Trapez”i unutmam mümkün mü?
Fellini’den biraz daha söz etmek isterim. Çünkü, onun filmlerinin derinlerinde sirk, bence daima sürer… Bir leit motiftir… Bizde “Sonsuz Sokaklar” ismiyle oynayan “La Strada” başrollerini Anthony Quinn ve Giuletta Masina’nın paylaştıkları bir Fellini filmidir. “La Dolce Vita/Tatlı Hayat”da da “Amarcord”da da sirk sahnelerine rastlarız. Fellini 1970’te “Tatlı Hayat”ın Anita Ekberg’inin ve kendisinin de rol aldığı “Palyaçolar” ile yeniden gerçek anlamıyla sirklere dönecektir.
Film, Fellini’nin çocukluğunda palyaçolarla ilgili saplantısını yansıtır ve küçük bir çocuğun, odasının penceresinden, kurulmakta olan bir sirki izlemesiyle başlar. Her ne kadar komik olsa ve “belgesel komedi” olarak adlandırılsa da otorite, yoksulluk, tevazu ve kibir gibi daha derin insanlık durumlarını inceler…
Başlangıcını Roma İmparatorluğu dönemindeki hayvan dövüşlerine, şaryo yarışlarına tarihlendirebileceğimiz sirkler, 19. yüzyıldan 20. yüzyılın son çeyreğine kadar altın çağlarını yaşayacaklardır.
Bu nedenle de Lumiere Kardeşler’in ilk filmlerinden usta yönetmenlerin yapıtlarına, televizyon dizilerinden tiyatro eserlerine kadar yayılarak geniş kitlelere yalnız çadırlarda değil, birçok kanalla ulaşmayı başaracaklardır.
Sirklerin son dönemlerini olsun yakalayabilen şanslılardan biriyim. O görkemli çadırlarda palyaçolar, trapezciler, sihirbazlar, jonglörler, terbiye edilmiş hayvanların gösterileri; onlarla fotoğraflar çektirme, şovlar sırasında çalan sirk müzikleri belleğime neredeyse kazınmış, bugün dahi zaman zaman hayallerimde olsun çalıyor.
Bu arada hayvan hakları savunucularının sirklerdeki terbiye yöntemleri ile ilgili yorumlarını da dikkatle izlemeyi ihmal etmiyorum. Çocukluğumda bana sempatik gelen birçok şeyi bugün artık öyle değerlendirmiyorum. Hayvanların doğal koşullarında yaşamalarının önemine inanıyor, şovlara pek alet edilmemelerine dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Sirklere gittiğimde kendimi sık sık şu soruyu düşünürken yakaladığımı da anımsıyorum:
Trapezin tepesindekileri seyredenler, onların düşmeleri için mi bakıyorlar, yoksa düşmesinler diye yakarıyorlar mı?!
“Berlin Üzerindeki Gökyüzü” adıyla izlediğimiz Wim Wenders’in 1987 yapımı filmi “Wings of Desire,” dünyaya inen Damiel’in burada hayatın renkleriyle tanışması, âşık olduğu trapez sanatçısının peşinden giderek bu kez arzunun kanatları ile uçmasını anlatır…
Trapezciler gibi palyaçolar da sirklerin vazgeçilmezlerindendir… “Ben, tek bir şey olarak kalacağım, sadece tek bir şey olarak ve o da bir palyaço” diyen Charlie Chaplin yani Şarlo, modern zamanların palyaçosu değil midir? Belki de bu nedenle bütün yapıtları sonsuza dek yaşayacaktır…
Benim için onun filmleriyle birlikte şu palyaço fıkrası da ölümsüzdür:
Adam psikiyatriste gitmiş, “doktor bey, çok uzun zamandır gülemiyorum. N’olur yardım edin” demiş. Doktor kendinden emin “şehre bir sirk geldi, o sirkin palyaçosunu izledim geçenlerde öyle güldüm, öyle güldüm ki… Siz de oraya gidin, sorununuz kalmayacaktır” deyince adam yanıtlamış:
“Doktor bey, doktor bey o sirkin palyaçosu benim!”
Sirkler, 80’lerle birlikte ülkemize pek gelmez oldu. Televizyonlarda sirklerdeki gösterileri konu alan diziler de gösterilmiyor artık… Neyse ki zaman zaman hayvansız bir sirk olan Cirque de Soleil geliyor da özlemimizi giderebiliyoruz…