Seçime doğru: Farklılıklarımızla daha mutlu bir toplum olabiliriz
Geçen yıl iki seçim süreci yaşadık. Her ikisi de gergin bir ortam içinde geçti. Gerginlik seçim sonrası dönemlerde de varlığını sürdürdü. Bu yıl, 72 gün sonra, 7 Haziran'da genel seçime gidiyoruz. Önümüzdeki 4 yıl boyunca ülkemizin kaderinde etkili olacak parlamento üyelerimizi belirleyeceğiz. Dünyanın önemli değişimlerden geçtiği bir dönemde ülkemizin geleceği açısından çok önemli bir seçim yapacağız. Bundan sonra dört yıl boyunca ülkemiz seçimsiz bir dönem yaşayacak. Bu seçim döneminin barış ve huzur, karşılıklı saygı ortamı içinde geçmesi, ardından gelecek dört yıllık seçimsiz dönemin de barış ve huzur içinde, istikrarlı bir ortamda geçmesi açısından önem taşıyor. Muhakkak ki gerginlik ortamından çıkılması, seçimlerin bir şölen havasında geçmesi herkesin dileği. Aslında her seçim farklılıkların birbirleriyle rekabet etmesi. Başka bir ifadeyle yarışması. Yarışın amacı ortak: toplumun refah seviyesini, mutluluğunu artırmak. Dolayısıyla farklılıklar demokratik sistemin bir gerçeği. Hatta gerekliliği. Zira farklılıklar demokratik sistemde gerginliklerin ve kavgaların değil, rekabetin bir gereği. Farklılıklar rekabeti yarışçıların sürekli kendilerini yenilemelerini, geliştirmelerini gerektiriyor. Sonuçta demokratik sistem gelişiyor, sistemin performansı artıyor. Dolayısıyla yarışın farklılıkların ön plana çıkarılıp gerginliğin artırıldığı bir ayrışma ortamında değil; farklılıkların bir zenginlik yarattığı işbirliği ortamında sürdürülmesi tercih edilmeli. Oyun teorisinin terminolojisi ile, rekabet toplamı sıfır, hatta negatif olan bir oyun olmamalı; tersine toplamı pozitif olan bir oyun olarak sürdürülmeli. Bilgi toplumunun küresel ekonomisinde giderek önem kazanan “işbirliği içinde rekabet” kavramı sadece ekonomik arenadaki işletmeler için değil; politik arenada siyasi partiler için de geçerli olmalı.
Bilgi toplumunda farklılıklar bir zenginlik kaynağı olarak kabul edilmektedir. Yeter ki, farklılıklar uyum içinde birbirleriyle yarışsınlar, birbirlerine katkı sağlasınlar ve hatta gerektiğinde bir araya gelip koalisyonlar kurarak farklılıklarını sinerjik bir etkiye dönüştürsünler. Bir artı biri iki değil beş, on, yirmi yapsınlar.
Taraflar, bunun için gerekli ortamın sağlanmasına katkı yapsınlar. Farklılıkların neden olabileceği negatif sinerjileri değil, sağlayabilecekleri pozitif sinerjileri ön plana çıkarmaya çalışsınlar. Bilgi toplumu bunun için gereken kültür ortamını sağlayacaktır muhakkak. Bu ortama bazı toplumlar daha hızlı, bazıları daha geç geçecekler. Önemli olan biz geciken toplumlardan olmayalım.
Bazı toplumlar bu süreci barış içinde geçerken, bazıları bedeller ödemek zorunda kalacak. Fakat dünün kavga yaratan ortamından yarının barış yaratan ortamına geçilebileceğinin bilincinde olmak; bunun için gereken şartları sağlamaya çalışmak her toplumun kendi işi olacak.
Bilgi toplumunun bu değerleri 1974-1982 yılları arasında Batı Almanya Şansölyesi olarak görev yapan sosyal demokrat Helmut Schmidt tarafından aşağıdaki şekilde dile getirilmişti. Helmut Schmidt, 2011 yılı Aralık ayında, Sosyal Demokrat Parti’nin Genel Kurulunda, onur konuğu olarak yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Yaşlı bir adam olarak bugün üç temel değere bağlıyım: özgürlük, adalet ve dayanışma.” Ve hemen arkasından ilave ediyordu: “Adalet eşitliği de sağlamalıdır.” Özgürlük, farklılaşmaya yol açan, hatta imkan sağlayan ortamı oluşturacaktır. Esasen özgürlüğün olmadığı bir ortamda farklılığa izin bile verilmeyebilecektir. Çok şükür bu tür diktatoryal sistemlerden günümüzde söz bile edilmemektedir. Bilgi toplumunun paradigmaları özgürlüklere ve dolayısıyla da farklılıklara alabildiğince açıktır. Adalet, özgürlüklerin toplum yararına etkili olacak şekilde gerçekleştirilmesine hem katkı sağlayacak ve hem de bunun ortamını oluşturacaktır.
Dolayısıyla, Schmidt'in söyleminde açık bir şekilde ifade edilmese de günümüzde ağırlık fırsat eşitliğine doğru kayıyor. Fırsat eşitliği de her insana kişisel farklılıklarının en üst seviyede değerlendirilmesi her insanın farklı kabiliyetlerine ilişkin potansiyelinin kuvveden fiile çıkarılması şeklinde anlaşılıyor. Kanaatimizce bu paradigma bilgi toplumunda eğitim ve öğretime yepyeni ufuklar açacak.
Dayanışma ise, empati ve güven duygularıyla bütünleşerek özgürlüğün hem gelişip serpilmesine ve hem de toplumsal bir yarara dönüşmesinde etkili olacaktır. Dayanışmanın etkinliği bireylerin, tarafların, partilerin, kısaca tüm tarafların, birbirlerine güven duymasıyla artacaktır. Dayanışmanın süreklilik kazanması, istikrara kavuşması ancak karşılıklı güvenle sağlanabilecektir.
Güven duygusu farklılıkları bir araya getirecek ve dayanışmanın yolunu açacaktır. 26 Ocak 1974 tarihinde kurulan CHP-MSP Koalisyon Hükümeti, o tarihlerde olabilirliğine hiç ihtimal verilmeyen bir alternatifi gerçekleştirmişti. Böylesi bir birlikteliğe imkansız olarak bakılıyordu. Ama gerçekleşti. Ve aynı yıl, 20 Temmuz 1974 günü, Kıbrıs Barış Harekatı gibi çok önemli bir başarıya imza attı. Ayrıca, 12 Mart 1971 Askeri Darbesinin yaralarını sarıp bir barış ortamının gerçekleştirilmesine çok önemli katkılar sağladı. Ama maalesef devamlılığı mümkün olmadı. Karşılıklı güvensizlik ve empati kuramama, bu başarıların hemen ardından koalisyonu sonlandırdı. Karşılıklı güvensizlik, Kıbrıs Barış Harekatı'nın kalıcı bir barış antlaşmasıyla taçlandırılmasını beklerken, kırk yıldan beri çözülemeyen Türkiye’nin AB yolunu tıkayan kalıcı bir sorunlar yumağına dönüştürdü.
1970’li yılların ikinci yarısında ise, yine bir karşılıklı güvensizlik ortamı, o dönemdeki iki büyük siyasi partimizin bir araya gelerek bir CHP-AP koalisyonu oluşturmasını engelledi. Farklılıklar bir araya gelmeyince sonuç çok acı oldu. Binlerce gencimiz değerli insanlarımız sokaklarda öldürüldü, işkence gördü. Bu acılı süreç 12 Eylül Askeri Darbesi ile noktalandı. Maalesef 12 Eylül Rejimi de halen içinden çıkamadığımız Anayasası, Partiler Yasası gibi bir türlü çözüme kavuşturamadığımız sorunları beraberinde getirdi.
O darbenin yarattığı sonuçları bugün bile aşıp demokratik bir anayasaya hala kavuşamadık. Bir de yıllarca kabullenemediğimiz, toplumumuzdaki farklılıklar dolayısıyla yaşadığımız gerginlikleri hatırlayalım: üniversitelere girmelerine izin vermediğimiz kızlarımız, anadillerini konuşmayı yasakladığımız vatandaşlarımız, Ceza Kanunumuzdaki bir zamanların meşhur 141., 142. ve 163. maddeleri.
Sonuç olarak, farklılıklarımızdan korkmayı bırakıp, kendimize güvenerek ve farklılıklarımızla beraber yaşamaya başlayınca geçmiş yıllardaki korku ve tedirginliklerimizin genellikle ne kadar anlamsız olduklarını görüp, bizzat yaşadık. Bu süreci yaşadıktan, bu tecrübeleri geçirdikten sonra, farklılıklarımızın bir endişe ve korku kaynağı olmadığını bizim neslimiz bizzat görüp anladı.
Bu farklılıklarımızla birlikte yaşayıp zenginleştikten sonra, daha yüzlerce farklılıklarımızın işbirliğine girip toplumumuzu zenginleştirme yolunda sırada beklediğini unutmayalım. Bunu gerçekleştirmeye cesaret edip karşılıklı güven ve empati içinde eyleme geçelim.