Seçim vaatlerinde dağıtıma değil, üretime yoğunlaşılmalıydı
Renkli bir seçim ortamı yaşıyoruz. Revaçta olan alan ekonomi. Birkaç hafta önce bu köşede öngörüldüğü gibi, ana muhalefet partisinin cömert seçim vaatlerinin ardından, ülkemizde bir ‘vaat yarışı’ başladı. 1980 ve 1990’larda olduğu gibi, ‘o ne veriyorsa iki katını’ nostaljisini bu seçimlerde tekrar yaşadık. Asgari ücret rakamları havada uçuştu. Ardından on milyarlarca liralık ‘kaynağı olan’ ‘paketler…’ İyi ki derecelendirme kuruluşları muhalefet partilerinin vaatlerini ciddiye almadı; alsaydı ‘seçim sonrasıyla ilgili Türkiye’de önemli ekonomik ve mali belirsizliklerden’ bahsetmeye başlardı. Bu vaatlerin üretimden çok ‘dağıtıma’ yoğunlaşması iktisat politikasına yaklaşımımızdaki temel hataya açıkça işaret ediyor. Gelir dağılımının iyileşmesinin en önemli iktisat politikası hedefi olduğuna şüphe yok. Ancak, üretmeden tüketmek ve dağıtmak gibi bir lükse sahip olan bir ülke de yok dünya üzerinde. Dolayısıyla önce üretimi artırmayı konuşmamız gerekiyor.
1990’lardan itibaren, üretimi artık dünyanın bütün ülkelerinde büyük ölçüde özel sektör, yani şirketler gerçekleştiriyor. Bu seçimde, iktidara gelmek için ortaya atılan yaratıcı seçim vaatleri arasında özel sektörün önünü açıcı fikirler son derece kıt idi. Üretimi artırmadan, dağıtımı değiştirerek ne kadar ileri gidebiliriz sorusunun cevabı muhalefetin seçim vaatleri arasında yoktu.
Üretimi (daha doğrusu üretim değerini) artırmanın uzun ve kısa vadede farklı reçeteleri olmalı. Uzun vadede önemli olan üretim yapısının fiyatı daha yüksek ürünlere (‘katma değerli’) doğru evrilmesinin sağlanması. Bu da sektör politikaları ve Ar- Ge ile mümkün.
Bu yüzden iktidar partisinin programında yer alan ‘milli projeler’ konusu önemli. Bu alanlar hem fiyatı yüksek hem de ‘yaygınlığı’ olan alanlar (yani, burada ‘öğrendiğiniz’ üretim bilgisi, ‘taşma/sızıntılar’ yoluyla size diğer alanlarda da faydalı oluyor, rekabet üstünlüğü kazandırıyor.)
Geçen hafta bu köşede yazıldığı gibi, Türkiye Sanayi üretiminde son 10 yılda önemli artışlar gerçekleştirdi. Ancak, giderek çetinleşmeye devam edecek dünya şartlarında özellikle yüksek teknoloji alanlarında güçlü bir sanayi katmanının oluşması için ‘güdümlü’ politikalar gerekiyor. Öte yandan, son yıllarda giderek artan bir eğilimle kamu AR-GE fonlarının özel sektöre aktarılması bu süreci destekliyor. Türkiye’de Ar-Ge harcamalarının dağılımı, olması gerekenin tersi dağılıma sahip. Bu harcamaların yüzde 60’ı kamu kesimi yüzde 40’ı ise özel kesim tarafından yapılıyor. Büyük özel şirketlerimizin Ar-Ge harcamaları dünyadaki rakiplerinin çok altında. Bu şirketler daha çok TEYDEB gibi kamu fonlarına erişmeye çalışıyor. Oysa, kendi sermaye birikimleri ve gelirlerinin dünya standartlarına uygun kısmını Ar- Ge ya da Ür-Ge’ye ayırmaları gerekiyor. Bu da ‘birinci lig’ ‘kafa yapısına’ evrilmeyi gerektiriyor.
Kısa vadede ise, iş ortamının iyileştirilmesi önemli. Kamu tarafında, özellikle adet olarak Türkiye’deki işletmelerin yüzde 99’unu, istihdamın ise yüzde 75’ini oluşturan KOBİ’lerin hayatiyetinin belirleyicisi olan iş ortamının dünyanın en iyi ülkelerinin arasına sokulması gerekiyor. Şirketlerimizin enerjilerini işlerine verebilmeleri için bürokratik çerçevenin çok basitleştirilmesi gerekiyor. Bu konu bu köşede daha önce ele alınmıştı. Sanıldığı kadar zor bir şey değil; başarılı bir ‘proje yönetimiyle’ bir-iki senelik bir süre içinde iş ortamı açısından dünyanın en iyi 10 ülkesi arasında girmemiz imkansız değil.
İş ortamının düzeltilmesine ilave olarak, yine bu köşede daha önce ele alındığı üzere, KOBİ’ler için kurumlar vergilerinin düşürülmesi ve geçici vergi uygulamasının ortadan kaldırılması gerekiyor. İstihdam motoru KOBİ’ler bir sosyal görev ifa ediyor. Ödedikleri kurumlar vergisini minimize etmeye çalışmaktan KOBİ’ler işlerine yoğunlaşamıyorlar. Bu amaçla her yıl ihtiyaçları olmayan ve istatistiklere göre çoğu yabancı menşeli otomobilleri satın alıyorlar (bununla ne kastettiğimi anlayanlar anlıyorlar). Tahakkuk eden ancak gelirleri tahsil edilmeyen faturaları sebebiyle bankadan borç alarak geçici vergi ödüyorlar. Yüksek enflasyonlu dönemin bir mirası olan geçici vergi uygulamasının ortadan kaldırılması en iyi karar olur. Ancak alternatifi, ödemenin iskontoya dayalı bir teşvik unsuruyla ihtiyari hale getirilmesidir (yani, geçici vergide, trafik cezalarında olduğu gibi, tahakkuk ettiği çeyrekte ödenmesi durumunda belli bir oranda indirime tabi tutulması.)
Seçim vaatleriyle yaşadığımız nostaljiyle, bu yazidan bağımsız olarak, geçen hafta vefat eden Zeki Alasya’yı analım. Sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da en önemli komedyenlerindendi muhtemelen. Türkiye’nin bir dönemininin hafızasını çocuklarımıza Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın filmleriyle aktaracağız. Mesleklerini Hollywood gibi, Türkiye’den daha büyük film piyasalarında icra etselerdi bu ikilinin isimlerinin, dünya komedi tarihine altın harfl erle yazılacaklarına şüphe yok.