Seçim tamam, sıra politika tercihinde
Seçimlerden önceki son iki yazımızda, seçim sonrasında vakit kaybetmeden fabrika ayarlarına ve temel gündeme dönmenin ne kadar hayati bir ihtiyaç olduğunu vurgulamıştık. Sonuçların iktidar partisini dahi şaşırtan bir tek parti çoğunluğu yönünde olmasına yani en önemli belirsizlik faktörünün ortadan kalkmasına rağmen, bunu en fazla isteyen para ve sermaye piyasalarındaki coşkunun bile kısa bir süre sonra hız kesmesi hâlâ cevap arayan beklentilerin ve kırılganlığı giderecek politikaların izlenip izlenmeyeceği ile ilgili soru işaretlerinin bulunduğunu gösteriyor. Çünkü Türk seçmeninin karar değişikliğinde de yerel düzeyde etkili olduğu anlaşılan risk algısının küresel ekonomik plandaki yükseliş trendi, ABD Merkez Bankası'nın son açıklamalarıyla birlikte, güçlenerek devam ediyor. Üstelik Avrupa Merkez Bankası'nın tam tersi yönde parasal genişleme ve faiz düşürme açıklaması yapması dış ticaretimiz üzerindeki olumsuz dolar / euro parite tahribatını arttırmaya aday. Bu nedenle ancak gelecek yıl sinyalleri görülebilecek olan doğrudan yatırım girişlerindeki hareket bir yana, portföy yatırımları ve kredi arzı ile ilgili kararların bile hükümetin oluşumunun ve açıklanacak hükümet programının ertesinde kesinleştirilmesi muhtemel. Yine de konjonktür yönetimi açısından artık geçtiğimiz beş ay ile kıyaslanmayacak bir rahatlığa sahip olduğumuz açık.
Sonuçlar farklı, sorunlar aynı
Ancak hazirandaki seçimde de söylemiştik, sandık sonuçları sorunlarımızı değiştirmiyor, sadece bu sorunların kamu adına muhataplarının kimler olacağını belirliyor. Oluşan güçlü siyasi iradenin yıllardır fiilen askıya aldığımız, bir bakıma buzdolabında tuttuğumuz reformları hayata geçirmek için bir dayanak mı sayılacağı, yoksa bu defa uzlaşmacı ve kapsayıcı yaklaşımı da tümüyle buzdolabına kaldırma sonucuna yol açacak bir tek sesli ve popülist yönetim kolaycılığına mı dönüşeceği toplumun kısa ve uzun dönemdeki kaderini şekillendirecek. Gerçi mevcut yönetimin ekonomi politikalarında geçmişte çoğu zaman pragmatik bir tavır aldığı, özellikle mali disiplin gibi bir çıpadan vazgeçmediği, hatta bazı hatalarından da dönmeyi başardığı hatırlarda. Dileğimiz bu geniş halk desteğinin verdiği özgüvenle yeni dönemde 2008 öncesi yapıcı kimliğine ve yapısal zaaflarla yüzleşme cesaretine geri dönmesi, toplum ile sadece nimetler konusunda değil, sorunlar ve külfetler konusunda da açık diyaloğa girmesi. Sanıyorum son yıllardaki sıkıntılara rağmen rekor düzeyde bir oyla destek veren bir toplum, bu diyaloğu sürdürecek olgunluğa varmış demektir ve bunu hak etmektedir. Aslında 80'lerden bu yana ülkenin ekonomik politikalarına baktığımızda üzerinde mutabık kalınmış görünen ve halen sürdürülen temel tercih dışa açılma ve küresel piyasalara entegrasyon olarak görülüyor. Ancak biz bunu sadece getireceği nimetler, yani kavuşacağımız dış kaynaklar yönünden almışız, altyapısı ve kurumlarıyla bir sistem dönüşümü şeklinde algılamamışız. Kaldı ki dış kaynakların niteliği de ırgalamamış bizi; borç mu, yoksa üretim kapasitemizi büyütecek yatırım mı (yani bir anlamda özkaynak mı) olduğunu da önemsememişiz. Oysa bu iki ayrı tür kaynağın aradıkları koşullar da, yol açtıkları sonuçlar da çok farklı. Biz kolay yolu seçmiş, fazla koşul aramayan ama daha pahalı olan borçlanmayı ve onun verdiği tüketim rahatlığını tercih etmişiz. Hukuk güvenliğini, nitelikli işgücünü ve onu besleyecek eğitim düzenini, gelişmiş kurumsal ekosistemi gerektiren kalıcı yatırım sermayesini uzun süre hedef bile almamışız. Üstelik onun aradığı koşullar, ülkenin iç dinamiklerinin gelişmesinin, üretilen katma değerin ve yenilikçiliğin artmasının da temel koşulları olduğu halde. Güney Kore ile aramızdaki farkın onlarca yıldır azalmamasının nedeni tam da bu tercih farklılığı işte. Ama şaşırtıcı değil; firmalarımız da öyle değil mi? Ortak bularak veya halka açılarak sermaye bulmak yerine borçlanmayı tercih etmiyorlar mı? Bizim siyasi elitlerimiz de toplumu dönüştürmek gibi zahmetli ve riskli girişimlerden uzak durup, oldum olası statükonun eğilimlerine uygun politikalar geliştiriyor.
Sahici ve derin öncelikler
Yine de, insan hali işte, her yeni dönemde yeni umutlar filizleniyor içimizde. Keşke diyorum hepimiz bundan sonra iki huyumuzu değiştirsek: Birincisi, herkese makul görünecek yüzeysel laf kalabalığından vazgeçip gerçek düşüncelerimizi ifade etmeyi öğrensek. İkincisi de, birincinin doğal bir sonucu olarak, herkesin bildiği genel ve jenerik önermelerin ötesine geçip, alışılmadık olduğu için tepki çekebilecek olmasına aldırmayıp sahici ve radikal tartışmalar başlatmaya çalışsak. Sözgelişi orta gelir ve teknoloji çıkmazından kurtulmak için ekosistemi hızla değiştirecek yöntemin ne olabileceğini irdelesek. Belki de toplumsal ve beşeri dokumuzun daha kolaylıkla uyum göstereceği özgün bir model arayışına girsek. Kıt kaynaklarımızı daha yüksek katma değer üretecek alanlarda verimli ve etkin kullanmamızı sağlayacak, devletin yönlendirici şemsiyesi altında kurallı ve kaliteli bir piyasa ekonomisini, sözgelişi bir Alman-Uzakdoğu modelleri sentezinde şekillendirip, bunun sektörler ve kurumsal altyapı faktörleri bazında bileşenlerini araştırmak, teşvik rejimini de bu bağlamda yeniden kurmak düşünülemez mi? Dört yıllık bir çoğunluk hükümeti model arayışını gündemin önüne almalı.
Bir de reform önceliklerinde derinlik ihtiyacı var. Kendileri yetersiz okullardan mezun, atama kuyruklarında çile çeken öğretmenlerin nasıl olup ta dünya kalitesinde eğitim vereceği belirsiz. Ayrıca reform yörüngesine girmemizi kolaylaştıracak AB sürecinde, göçmen sorununu basit bir pazarlık kozu olarak değil, ilişkilerdeki asimetriyi düzeltecek bir kaldıraç olarak değerlendirecek stratejik bir hazırlık olmalı.