Seçim biter, kriz bitmez

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ [email protected]

Yıllardır içinde yaşadığımız ve kanıksadığımız için olacak, bazen kendi kendimize uzattığımız seçim atmosferi nihayet geri kaldı. İyi de oldu, çünkü inatla biriktirdiğimiz zorluklarla yüzleşmemizi engelleyecek açık bir neden kalmadı. Doğrusu bu yüzleşmeden daha fazla kaçınacak zamanımız da çoktan tükenmişti. Kur şokunun oluştuğu 2018 Ağustos’undan bu yana ekonomiyi ve reel kesimi canlandırmak amacıyla sekiz destek paketi açıklanmasına rağmen ne üst üste iki çeyrek ekonomik daralma yani resesyon önlenebildi, ne de enflasyonun ve işsizliğin yükselmesi. Belli ki benimsediğimiz yaklaşım, ekonomideki sorunların temel nedenleri ve çözüm öncelikleri konusunda isabetli değil. Asıl önceliğin borç krizi ve güven kaybı olduğu, gerek yatırımlarda ve tüketimde azalmadan, gerekse net sermaye girişi yerine net çıkış oluşmasından açıkça görülüyor. Sözgelişi son zamanlarda neredeyse tek olumlu gelişme olarak zikredilen ve bir yılda %80’e ulaşan cari açık küçülmesinin, aslında ekonomideki yavaşlamanın otomatik bir sonucu olduğu, aynı sürede dış borç ödeme kapasitesi göstergesi olan CDS priminin 300’lerden 400’lere yükselmesinden anlaşılıyor. Geçenlerde ülkemizin kredi notunu yatırım yapılabilir seviyenin dört kademe birden altına düşüren, üstelik görünümü de negatife çevirerek potansiyel kötüleşmeler konusunda küresel yatırımcıları uyaran derecelendirme kuruluşu Moody’s, şimdiye kadar göreceli olarak sağlam duran bankalarımızın da notunu düşürerek ülkenin ödeme kapasitesinin risk altında olduğunu kayda geçiriyor.

Kredi notu çöküşünün arka planı

Seçim sürecinin sona ermiş olmasının piyasalarda yarattığı olumlu etkinin kısa sürmesi bundan. ABD ile yaşanan S-400 geriliminin Türkiye’nin kaynak bulma arayışını zora sokma
yönünden ilave bir risk unsuru yarattığı da ortada. Üstelik ABD ile ilişkiler, sonunda belki gündeme gelebilecek IMF kapısının açık kalması için de kritik önemde. Neyse ki Japonya’daki G-20 zirvesinde bu konuda çözüm ihtimalinin belirmesi, beklentilerin daha da karamsarlaşmasını ve krizin derinleşmesini hızlandıracak bir faktörün eksilmesi umudu yaratıyor. Ancak gerek Moody’s’in raporunda vurgulanan, gerekse diğer uluslararası gözlem ve değerlendirme kuruluşlarının dikkat çektiği yeni risk unsurları, küresel sermayenin ve yatırımcının ülkemize bakışını olumsuz etkilemeye devam ediyor. Özellikle zaten zayıflamış bulunan kurumsal kalite algısını daha da kötüleştirecek bir saydamlık noksanı, döviz rezervleri ve enflasyon verileri ile ilgili olarak sıkça dile getirilmeye başlandı. Ayrıca hükümetin ardı ardına açıkladığı paketlerin sadece kısa vadeli destekleri içerdiği, üstelik bunların ekonominin uzun vadeli direncini zayıflatacak mahiyet taşıdığı, ödemeler dengesi ile ilgili krizin keskinleşmesi halinde borç servisinde ve sermaye kontrollerinde istenmeyen durumların oluşabileceği belirtiliyor. Nitekim, FED’in düşük büyüme kaygısıyla faiz indirimi yapacağı beklentisinin borsaları canlandırdığı, ekonomisi kötü olan Arjantin’in bile bundan pay aldığı yılın ilk bölümünde bizim borsanın %11 ile en fazla değer yitirmesi, ödemeler dengesi ve finansal istikrar perspektifine ve reel kesimin döviz borcu servisine ilişkin kaygıların önemini gösteriyor. Politikaların öngörülemeyişi ve saydamlıkla ilgili soru işaretleri de güven kaybını arttırmış olmalı. Bir ara vazgeçilen TCMB yedek akçesinin bütçeye aktarılması ile ilgili yasa değişikliğinin yeniden gündeme gelmesi de kaygıları pekiştirecektir.

Gerçekten, önceliği genişlemeci politikalara verme inadından vazgeçmedikçe tablonun değişmesi ve enflasyon trendinin değişmesi zor. Giderek artan bütçe açığının dışında şimdiye kadar en rahat göründüğümüz kamu kesimi dış borcu konusunda da, büyük altyapı ve sağlık yatırımlarına verilen garantiler nedeniyle, tehlike işaretleri beliriyor. Hazine uzun zaman sonra ödediğinden fazla borçlanmaya başladı. Sistemde biriken ve düzeyi tam olarak öngörülemeyen risklerin bankacılık kesiminin de kırılganlığını arttırdığı öngörülüyor. Cari açığın küçülmesi ve cari fazla ihtimalinin oluşması ise, uygulamaya ısrarla devam ettiğimiz borçlanma ve ithalat çekişli model içinde, olumlu değil, aksine döviz bulamadığımız ve ara malı/ yatırım malı ithalatı yapamadığımız için büyümenin durması anlamına gelen olumsuz bir durum. Çünkü kısa vadede Türkiye’nin büyümek için cari açık vermesi şart.

Cari açık zorunluluğu ve vergi çıkmazı

Tabii bunca yıl yüksek cari açık verdiğimiz, yani dış tasarruf kullandığımız halde ortalama büyüme oranların değişmemesi gibi kaynak kullanımında verimsizliği çağrıştıran bir sorunumuz olduğunu da unutmamalıyız. Dolayısıyla kısa vade için cari açık tek çıkış yolu olsa da, orta ve uzun vadede güven inşasına yoğunlaşmak ve yüksek teknoloji ve katma değer odaklı bir stratejiyle küresel ekonomiye eklemlenmenin yollarını aramak gerekecek.

Bu arada artan bütçe açığı ve ekonomide yavaşlamanın sonucu olarak azalan vergi gelirlerinin hükümeti yeni kaynak arayışlarına ve vergi düzenlemelerine yönelttiği anlaşılıyor. Gelir vergisi tabanını genişletmek ve toplam gelir vergisi tahsilatının %4’üne bile varmayan beyannameli mükellef kaynağını arttırmak, vergi politikası hazırlıklarının klasik mottosu olarak yeniden gündemde. Ayrıca vergi tarifesinin üst oranını değiştirerek 1 milyon TL’nin üstündeki kazançlara %35 yerine %50 uygulamak da öngörülmekte. Vergi adaleti açısından şık görünen bu değişikliğin uygulamada sonuç vermesi, bu düzeyde kazanç beyan edenlerin çok az olduğu ve vergi idaresi etkinliğinin bugünden yarına değişemeyeceği düşünülürse, çok zor. Çözüm büyük ihtimalle yine dolaylı vergilerde aranacak ve bu da enflasyonu kamçılayacak. Sıcak bir yaz daha yaşayacağımız açık...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019