Savunma Fonu’na katılma payı alınamaz
Kamuoyunun haklı tepkisi sonucunda kredi kartı üzerinden 750 TL katılma payı alınmasından vazgeçildi. Hatırlanacak olursa, Türkiye’nin geçtiğimiz haftaki gündeminden biri, Savunma Sanayii Destekleme Fonu’na (SSDF) aktarılmak üzere limiti 100.000 TL ve üzerinde olan kredi kartlarının sahiplerinden her bir kart başına yıllık olarak belirlenen maktu tutarda “katılma payı” alınmasını öngören 11.10.2024 tarih ve 71 sayılı yasa teklifiydi.
SSDF için katılma payı alınabilir mi?
Sorunun cevabı “hayır”. Nedeni ise, savunma sanayiinin bir tam kamusal mal olması, yani faydasının bölünememesi. Faydasının bölünememesi, kimin bu hizmetten ne kadar faydalandığını saptayamamak demek. Örneğin, sağlık hizmetinde faydalanma derecesi belirlenebilirken güvenlik hizmetinde bu mümkün değil. Çünkü, saldırı her yerde mümkün ve herkesin ihtiyacı farklı. Buna karşın katılma payı, faydası kısmen de olsa bölünebilen kamu hizmeti (malı) karşılığında alınabilir.
Nitekim, Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) göre (E.2014/177), “..., bölünebilen ve kişilerin yararlanma dereceleri kısmen de olsa tayin edilebilen kamu hizmetleri karşılığında hizmetten yararlananlardan bedel alınması … kanun koyucunun takdirindedir. Bölünebilen kamu hizmetleri karşılığında alınan bedel, Anayasa’nın 73. maddesi kapsamında kalan katılım payı ... şekilde nitelenmektedir.” Dolayısıyla, SSDF’ye kaynak olmak üzere katılma payı alınamaz.
SSDF’nin ana finansman kaynağı vergidir
Tam kamusal mallarının ana finansman kaynağı “vergi”dir. Çünkü, vergi karşılıksızdır; yani ödediği vergi karşılığında mükellefe özel bir kamu malı sunulmaz. Anayasa gereğince (md.73, f.1) verginin temel işlevi “kamu giderlerini karşılamak” olduğu için, tam ya da yarı kamusal her tür malın sunulması vergi gelirleriyle karşılanır.
Nitekim, savunma hizmeti ve bu bağlamda savunma sanayii esas itibariyle genel bütçeden ayrılan kaynaklarla finanse edilir. Ancak bu, “tek kaynak vergi olabilir” anlamına gelmez, verginin yanında başka kaynaklar da kullanılabilir. Nitekim, 3238 sayılı Kanun’da (md.12) SSDF’nin kaynaklarının en başında, “her yıl bütçeye bu maksatla konulacak ödenek” gösterilmekte, ayrıca başka gelir türlerine de yer verilmektedir.
SSDF için getirilmek istenen vergi miydi?
Bu soruya teknik açıdan “evet” denilebilirdi. Çünkü, zorunlu, parayla ödenmesi şart, karşılıksız, genel ve kamu giderini karşılamak üzere alınmaktaydı. Ancak, Anayasa gereğince vergi genel bütçeye gider, sadece belli bir amaç için kullanılmak üzere Fon’a aktarılamaz.
Dolayısıyla, kredi kartlarıyla ilgili düzenleme AYM önüne gitseydi, ön hukuki sorun olarak bunun gerçekte bir “katılma payı” değil “vergi” olduğunu saptaması, ardından da “genel bütçeye değil, Fon’a gitmesi öngörüldüğü” için iptal etmesi beklenirdi. Daha da ayrıntıya girerse, AYM’nin söz konu mali yükümlülüğü “yasallık ve verginin mali güçle orantılı olması ilkeleri ile mülkiyet hakkına ölçüsüz müdahale bakımından” da eleştiri konusu yapması düşünülürdü. Burada “vergi benzeri mali yükümlülük”ten söz edilebilir miydi?
AYM vergi ya da harcın olmadığı hallerde bunu bir torba kavram gibi kullanıp; somutlaştırılabilir karşılık yoksa “vergi benzeri”, varsa “harç (ya da resim) benzeri” nitelemesi yapıyor. Oysa vergi ve harcı birbirinden ayıran temel unsur zaten bu “karşılıklılık” meselesi. Görüşümce benzeri mali yükümlülük, “grup bağlantılı mali yükümlülük”tür, tipik örneği ise meslek odaları aidatlarıdır. Kamu makamlarınca alınan paraların doğru nitelendirilmesi, uygulanacak ilke ve kuralları tayin bakımından önemlidir.
Anayasal sınır
Ekonomik sıkıntılar ve vergi adaletsizliği, toplumda mali yükümlülüklere hassasiyeti artırdı. Vergi ya da başka isimler altında sürekli zorunlu para ödemeleri getiriliyor. Mülkiyet hakkının ölçülülük ilkesine aykırı şekilde sınırlandırılması yasağına, her tür mali yükümlülük dahildir. Bunlar toplamı saptanabilse, büyük ihtimalle mülkiyet hakkına ölçüsüz müdahale ortaya çıkacak. Kamu gelirlerinin doğru kullanımı ve giderlerin denetimi sorunlu olduğu devletlerde, mali yükümlülükler toplamıyla mülkiyet hakkına yapılacak sınırlandırmanın somut bir şekilde Anayasa’da belirlenmesi üzerinde çalışılması gerekir (bkz. sonraki içtihat değişikliğine rağmen Alman AYM 2BvL 37/91).