Savaş göçleri ve sürdürülebilir kalkınma
Pentagon, yalnızca 1975-2018 yılları arasındaki savaş yakıtı kullanımından kaynaklı 3,7 milyar ton karbondioksit eşdeğeri emisyonuyla dünyanın en büyük fosil yakıt kullanıcısı oldu ve bugün hala, sera gazı emisyonlarında ilk sırada yer alıyor. Rusya, Ukrayna savaşının ilk yedi ayındaki saldırıları nedeniyle en az 100 milyon tonluk karbon emisyon maliyetinden sorumlu olurken, İsrail, Gazze’de, 652.000 ton karbondioksit eşdeğeri emisyona yol açtı.
Ancak savaşların ekolojik zararı yalnızca karbon emisyonlarıyla sınırlı değil. Savaşlar, zorunlu göçü de tetikleyerek, sürdürülebilir kalkınmayı çok boyutlu bir kriz haline getiriyor. Savaşlar, ölümlerin ve kıyımların dışında, milyonlarca insanı yerinden ederek mültecilik gibi yeni bir insanlık krizine kapı açıyor. Bu krizi derinleştirecek en güncel çatışma ise son günlerde yanı başımızdaki Halep’te yeniden alevlenmiş durumda.
Göç merkezi Türkiye
Savaşların yıktığı şehirlerin enkazında, yitirilen yaşamların dışında, kalanların umutlar gömülüyor. Bugün milyonlarca Halepli’nin, Halep’te değil Türkiye’de yaşıyor olması; savaşların, sadece hedef bölgeleri değil, insanlığın umudunu da hedef aldığının en somut kanıtı. Tarım arazilerinin terk edilmesi, su kaynaklarının kuruması ve altyapının yok olması, milyonlarca insanı yaşamlarını sürdürebilecekleri yeni yerler aramaya zorluyor. Yalnızca Suriye'de başlayan çatışmalar nedeniyle yaklaşık 13,6 milyon insan yerinden edildi.
Bu kitlenin büyük bir kısmı, komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı ve Türkiye bu krizin merkezine oturdu. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) verilerine göre, Türkiye bugün dünya genelinde en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke konumunda. Bu da barınma, sağlık hizmetleri, eğitim ve altyapı gibi kamu harcamalarına yansıyor.
Kamu harcamalarından gıda güvenliğine baskılar
Mültecilerin kayıt dışı sektörlerde çalışması, özellikle düşük gelirli yerli işçiler üzerinde ciddi bir baskı oluşturuyor. Tarım, inşaat, tekstil gibi sektörlerde mültecilerin, insanlık dışı bir şekilde düşük ücretlerle çalıştırılması, yerel işçilerin gelir seviyelerini olumsuz etkiliyor. Bazı bölgelerde, özellikle sınır illerinde, mülteci istihdamı nedeniyle yerel halkın iş bulması zorlaşıyor. Haliyle, sosyal huzursuzluk da beraberinde geliyor.
Mültecilerin yoğun olduğu şehirlerde, belediyelerin altyapı hizmetleri üzerinde büyük bir yük oluşuyor. Özellikle su kaynaklarının kıt olduğu bölgelerde ciddi sorunlara yol açıyor, yoğun nüfus, atık yönetimi sistemlerini zorla sokuyor, belediyelerin temizlik ve çevre hizmetlerine daha fazla kaynak ayırmasını gerekiyor.
Ulaşım ve konut ise bu durumdan en çok etkilenen alanlardan... Ulaşım altyapı maliyetini ve konut arzını baskı altına alan bu durum, kira artışı gibi sosyal bir krizin etkenlerinden biri haline geliyor. Tarım ve gıda güvenliği de bu durumdan nasibini alıyor. Ani nüfus artışı, gıda fiyatlarının yükselmesine neden olarak gıda güvenliğini riske atıyor. Bu durum, özellikle dar gelirli ailelerin satın alma gücünü zayıflatarak yine sosyal bir soruna neden oluyor.
Savaşların gerçek maliyeti nedir?
Halep’ten Türkiye’ye, Gazze’den Ukrayna’ya kadar dünyanın dört bir yanında devam eden savaşlar, yalnızca bugünü değil, geleceği de yok ediyor. Türkiye, 2011 yılından bu yana mülteciler için, 40 milyar doları aşkın kamu harcaması yapmış. Bizim gibi ülkeler, mültecilere kapılarını açarak bir insanlık sınavını geçiyor; ancak bu sınav, tek başına bir ülkenin omuzlayabileceği bir yük değil. Savaş göçünün beraberinde getirdiği mali yükü taşırken, kendi kaynaklarımızı tüketiyor, sosyal huzursuzluklarla karşı karşıya kalıyor ve sürdürülebilir kalkınma yolunda ağır bedeller ödüyoruz. Savaşların gerçek maliyeti ise, ortak geleceğimizi karanlık bir belirsizliğe sürüklüyor.