Satranç odasında tavla oynamak
Altmış yılı aşkın dışa açılma serüvenimize, dünya ile bütünleşme çabamıza rağmen zaman zaman ülkede olup bitenler, insanı bunun gerçekten kendi isteğimizle girdiğimiz bir yol olup olmadığından kuşkuya düşürüyor. Nasıl düşülmesin ki bir yandan hukuk sistemi, reforma tabi tutulmak bir yana eskisinden daha kötü hale gelirken ve uzunca bir süre ekonomi için başlıca çıpalardan biri olarak işlev gören AB süreci neredeyse sonlandırılırken, diğer yandan yarım yüzyıllık birikimin bize kazandırdığı sanayi ülkesi kimliğimizi zayıflatan ve ihracat hedeflerinde düşük teknoloji ağırlığı nedeniyle aksayan, ayrıca sürekli borçlanma ihtiyacı doğuran büyüme modelini değiştirmeye hiç de niyetli görünmüyoruz. AB ekonomilerindeki duraklamaya rağmen hala ihracatımızın yarısını, dış yatırım girişlerinin ve turizm gelirlerinin ise çok daha büyük bir bölümünü sağlayan, ayrıca uzak doğulu ve orta doğulu yatırımcılar gözündeki cazibemizin de temel nedeni olan, nihayet beş milyonu aşkın vatandaşımızın yaşadığı bir coğrafya ile ilişkilerimizi son aylarda hasmane bir gerginlik atmosferine hapsetme eğilimindeyiz. Üstelik Ortadoğu'daki kaos, Suriye’de son olan bitenlerle daha da karmaşıklaşır, sonunun kestirilmesi zor bir gerilim filmine dönüşürken ve süper güçler arası bir satranç kurgusunu çağrıştıran bu süreçte kazançlı çıkmak bir yana uğrayacağımız zararı azaltmaya yönelik bir risk yönetimine, dolayısıyla dostlarımızı çoğaltmaya ihtiyacımız artmışken...
Vaadler gerçeklerle çatışınca...
Aksi yönde söylemlerimize ve niyet açıklamalarına rağmen pek çok konuda hiç de dünya ile benzeşmeyen, hatta neredeyse dünyayı kendimizden ibaret sayacak uygulamalarımız da çok.
Seçim ya da referandum gibi ülke yönetimi açısından halkın oyuna başvurulan kampanyalar, rol modeli olarak benimsemiş göründüğümüz (yukarıda söylediğim gibi bundan artık emin de değilim) gelişmiş Batı toplumlarından farklı olarak hayatın olağan bir parçası gibi değil, başka her şeyi gündem dışına atıp unutturacak kadar baskın bir ölüm kalım mücadelesi gibi yürütülüyor. Oysa oylamaların sonucu ne olursa olsun sorunlar ve onların çözümü için yapılması gerekenler değişmiyor. Ancak garip olan şu ki sadece politikacılar değil halkın kendisinin ilgisi de oylama süreciyle başlayıp bitiyor, sonrasında neler yapıldığını izleyen, sorup sorgulayan yok.
Anlaşılan demokrasi de sadece belirli aralıklarla oy verme egzersizi şeklinde algılanıyor, sonrasında herkes dizi film izleyicisine dönüşüyor.
Oysa halkın desteğiyle iş başına gelen kadroların uyguladıkları politikalar, çoğu zaman kendi tasarladıklarının ve halka vaad ettiklerinin aksi yönde gerçekleşebiliyor. Ya da önceden düşünülmemiş veya sonuçları yeterince irdelenmemiş zorluklar, yönetim sorumluluğunu yüklenenleri başlangıçta düşündüklerinin dışına sürüklüyor, bunu telafi etmek için de gerçek ama zahmetli çözümler yerine günü kurtarmaya ya da göz boyamaya yönelik geçici veya kozmetik tedbirlere başvuruluyor. Zaten bizde olduğu gibi çok sık halkoyuna gidilen durumlarda sorunların gerçek niteliklerinin gereğince tartışılması ve muhtemel çıkış yollarının aranması için zaman da kalmıyor, onun yerine genel geçer sloganlar etrafında ivmelenen kitle coşkusunu tatmin etmek öncelikli amaç haline dönüşüyor. ABD'de bile 2008 krizinin artçı şokları karşısında sistemin uğradığı meşruiyet krizi, devlet krize neden olan finans kurumlarını kurtarmak zorunda kalınca işsiz kalan ve güvenini yitiren öfkeli kitlelerin tepkisi ile Trump'ı iktidara getirdi fakat onun kampanya vaadlerini yansıtan ve hem büyümeci hem de korumacı olmayı amaçlayan çelişkili politika tasarımları, şimdilik kazançlı çıkan ilk kesimin hedef aldığı finans kesimi olmasına ve yükselen enflasyon ve faizler nedeniyle desteklemeye çalıştığı Amerikan sanayiinin rekabet gücünün zayıflamasına yol açtı. Çok farklı bir örnek olan Venezüella’da halkın büyük desteğiyle 1998'de Başkan seçilen Chavez ve onun ölümüyle 2013'te yerine geçen Maduro'nun halka karşılıksız yardıma dayanan ve yapısal sorunları savsaklayan popülist politikaları, temel ihtiyaç maddelerinin karaborsaya düşmesi ve enflasyonun yüzde 1000 sınırlarına dayanması ile sonuçlandı. Kredi kartları geçersiz kaldı, sağlık sistemi çöktü, ithalat kesildi, elektrik sıkıntısı nedeniyle kamu kurumları haftada beş gün, özel sektör üç gün tatil yapıyor. Suç oranları zirve yaptı, sosyal hayat durdu.
Zihniyet kilitleri sivil toplum için de söz konusu
Hadi halkın bir bütün olarak sorunların ayrıntılarına vakıf olacak, onları irdeleyip sorgulayacak hali yok diyelim, ya akademik çevreler, iş dünyası, medya ve meslek kuruluşları üzerlerine düşeni slogan kavgasını aşan bir ciddiyet içinde yapıyor, uzman çalışmalarla öneri geliştirip yol gösterebiliyor mu? Çok sınırlı örnekler dışında maalesef hayır. 2023 hedeflerinin bir bölümü daha baştan tartışmalı, kısmen anlamsız ya da fiilen imkansız iken bunu vaktinde düzeltme yerine şunun şurasında altı yıl kalmışken hala aynı retoriği pek çok kesim inanmadan tekrarlıyor.
Bizim gibi orta nüfuslu bir ülke için çok zor olan "ilk 10 ekonomi arasına girmek " yerine, yıllardır dikkat çektiğimiz "imalat sanayiinin milli gelir içindeki yerini yükseltmek" çok daha anlamlı bir hedef olmaz mıydı? Nitekim TEPAV'ın yakında hazırladığı bir çalışma, 2000 yılına kadar dünyanın ilk 15 sanayi ülkesi arasında yer alırken artık bunun dışında kaldığımızı gösteriyor. İşin ilginç tarafı, şimdiye kadar İslam dünyasının tek temsilcisi olduğumuz bu listede artık yerimizi Endonezya almış durumda. Bu odaklanma yanlışını sürdürdüğümüz sürece ilk 25'in içinde kalmamız da zorlaşacak.
Geçen hafta en büyük gazetemizin ekonomi sayfasında manşete çıkan bir haber de kollektif bilinç açısından cesaret kırıcıydı. Merkez Bankası'nın kârının gerilediği, bu yüzden kurumlar vergisi birinciliğinden düşebileceği yolundaki haberi zaytung sandım önce. Merkez Bankası işlevini kâr ve vergi yükümlülüğü gibi ilgisiz kriterlerle algılayan bir anlayış dünyada pek ender olmalı. Tek anlamlı tarafı, rezervi azaltma pahasına, açık piyasa işlemleriyle piyasadan para çekmek olan döviz satışı yapılsaydı TCMB'nin daha fazla kar edeceğine adeta hayıflanarak değinilmesi de ayrı bir tuhaflıktı. Zihniyet sorunu, bütün toplumsal kesimler için aşmamız gereken bir başka darboğaz galiba.