Şans hâlâ var ama kullanabilirsek
Bana sorarsanız 2008’den yani küresel krizden bu yana Türkiye’nin en önemli şanslarından biri dünyada önce ekonomik toparlanmanın, sonra da yeni düzenin mimarisinin şekillenmesinin normalden çok daha uzun sürmesi olmuştur. “Bu ne perhiz, ne lahana turşusu” demeyin, bunu ülkenin sorunlarını halledip düze çıktığı anlamında söylemiyorum, aksine komple bir mutfak temizliğini ve temel zaafl arıyla yüzleşmeyi savsaklayıp ertelemesine rağmen şansını yitirmeyip hala doğru hamlelerle üst lige yükselebilecek adaylar arasında kalmasını sağlayacak zamanı kazanması anlamında söylüyorum. Gerçekten de dünyada işler daha çabuk düzene girseydi, ihmalkârlığımızın faturası çok daha büyük olacak, bize özel bir krizi bir başımıza yaşamış olacaktık. Gerçi bu tehlike hala tamamen ortadan kalkmış değil; ekonominin direnci, yavaşlayan büyüme, reel kesimi ve onlardan alacaklı bankaları tehdit eden kur riski, düşen güven endeksleri, enflasyonda artış ve yatırım yapılabilir düzeydeki kredi notlarının tümüyle kaybedilmesi nedeniyle zayıflamış durumda. Ancak durum henüz yakın gelecekte bir kriz beklentisini doğrulayacak kadar kötü de değil. Bununla birlikte bundan böyle politikalarda hata yapma marjımız fazlasıyla düşük. Hem ekonomiyi canlandırmak, hem de bunu mevcut riskleri daha da büyütmeden, hele neredeyse elimizde kalan tek çıpa olan mali disiplini bozmadan yapmak hiç de kolay olmayacak. Üstelik geçen yazımızda da belirttiğimiz gibi, istikrarsız ve ne yönde evrileceği kestirilemeyen küresel koşulları da sürekli gözetmemiz gerekecek. Sürekli istihdama ihtiyaç duyan genç nüfusunun refah özleminden dolayı büyümeye, doğal kaynak eksiğinden dolayı da dışa açık kalmaya mecbur olan Türkiye, sosyal huzursuzluklarını ve jeopolitik riskleri de asgari düzeyde tutmak durumunda...
Küresel çatlamalar bize fırsat olabilir
Küresel düzendeki yeni çatlamalar, orta büyüklükte bir ülke ve bölgesel bir oyuncu olarak bize yeni fırsat pencereleri açacak gibi görünüyor. ABD’nin sürpriz Başkanı Trump’ın kendi ülkesinde bile kestirilemeyen, çoğu zaman da birbiriyle çelişkili ve tutarsız gibi görünen politikaları netlik kazanana kadar Türkiye de dış dünya ile ekonomik ve ticari ilişkileri bakımından yeni bir pozisyona hazırlık yapabilir. Obama döneminde ABD ‘nin başlıca önceliklerinden biri haline gelen uluslararası yatırım ve ticaret anlaşmalarından özellikle AB ile ilgili olan ve dışlandığımız için başımızı fena halde ağrıtan Transatlantik Anlaşması’nın (TTİP) askıya alınması, Uzak Asya ile ilgili olan ve o bölgeyle henüz gelişme halinde olan ticari ilişkilerimizi zorlaştıracak olan Transpasifik Anlaşması’nın da (TPP) iptal edilmesi, cari açığın en büyük bileşeni olan dış ticaret dengemiz açısından lehimize gelişmeler. Öte yandan ABD’nin korumacı politikalara yönelmesi hem bizim için aslında bir hayal kırıklığı olan cılız dış ticaret hacmi nedeniyle sınırlı etki yapması, hem de canlanmakta olan AB pazarında elimizi kuvvetlendirmesi açısından olumlu sayılabilir. Ayrıca Türkiye’nin, ABD pazarına girişi zorlaşan uzak doğulu şirketler için AB ile gümrük birliği nedeniyle yatırım yeri cazibesi de güçlenecektir.
Bu potansiyeli yeterince değerlendirebilmemiz için neredeyse buzdolabına kaldırdığımız AB ilişkilerine yeniden odaklanmamız ve eskiden olduğu gibi bir çıpa haline getirmemiz zorunlu. Bu, aslında ABD ile ilişkilerimizi doğru perspektife kavuşturmamız için de yararlı olacak. Başta Rusya olmak üzere diğer komşular ile dengeli ilişkiler yürütmek, ayrıca vekalet savaşlarına yol açabilecek gerginliklerden kaçınmak ve iç barışı güçlendirmek, nihayet bölgede laik ve demokratik bir cumhuriyet olmanın kazandırdığı stratejik avantajı yitirmemek de önemli.
Pansuman tedbirleri ve Varlık Fonu hamlesi
İçerideki işimiz ise giderek daha karmaşık ve zorlu hale geliyor. Dolar karşısında en fazla değer kaybeden para birimi olan TL, Trump ‘ın, öngörülenin aksine, hiç değilse bir süre için doları zayıflatan demeçleri ve algısı sayesinde biraz toparlansa da ekonomide büyük tahribat yaratmış durumda. Reel kesimde sıkışıklık ve iflaslar artıyor. Hükümet, bir yandan bankacılık kesiminin güçlük çeken şirketlerin borçlarını yeniden yapılandırmasını kolaylaştırmak için yasal hükümleri yumuşatırken, içinde bulunduğumuz aylarda tüketimi ve istihdamı arttırmak için geçici KDV-ÖTV indirimleri, yeni istihdamın vergi sosyal güvenlik primini devletin yüklenmesi gibi şok destekleri devreye sokuyor. Ancak ekonomideki esas sorunun yatırımcı güveninde ve reel kesimin ödeme yeteneğinde zafiyet olması nedeniyle, bu türden pansuman desteklerinin kalıcı olması beklenemez. Nitekim Türkiye ile ilgili yıllık raporunda IMF de kur riskinin büyük firmaların dahi çoğunu çok zorladığına ve bankacılık sistemindeki batık kredi ölçümünün ve gözetiminin de yetersiz olduğuna dikkat çekiyor. Ayrıca bankaların kredi hacmini giderek artan oranda kısa vadeli döviz kaynaklarıyla finanse etmesinin, sistemik riski finans kesimine taşıdığının işareti sayıyor. Öte yandan para politikasında daha fazla gevşemenin artık seçenek olmaktan çıkmasıyla daha fazla kullanılacağı anlaşılan maliye politikası da dikkatle yönetilmek zorunda.
Geçen yıl vergi barışı gibi geçici bir kalem ile sağlanan bütçe dengesi, kamu harcamalarında aşırı artışa izin vermiyor. Son yıllarda başarılı bir şekilde uygulanmaya başlanan, özellikle altyapı ve sağlık sektörlerinde büyük projelerin bütçe dışında gerçekleşmesini sağlayan PPP dediğimiz kamu özel işbirliği modelinin de verilen Hazine ve geri alım garantileriyle kamu riski içinde sayılacağı ve uluslararası gözetim, izleme ve değerlendirme kuruluşlarınca bu şekilde dikkate alınacağı unutulmamalı.
Geldiğimiz noktada yükün kamu kesimi üzerinde olduğu açık. Bu nedenle hükümetin karmaşık sorun yumağını çözmek için değişik arayışlara girmesi, inisiyatifler geliştirmesi de doğal. Bu bağlamda en kayda değer hamle, geçtiğimiz yaz sonunda kurulan Türkiye Varlık Fonu. Fon konusunda genellikle kaygı ağırlıklı pek çok yorum, açıklama ve bilgi basında yer aldı, kapsamdaki varlıklar ve işleyiş belli oldukça daha da yer alacak. Bu aşamada Varlık Fonu’nu, doğal kaynak gelirlerine ve tasarruf fazlasına dayanmadığı için dünyadaki tipik örneklerden farklı ve nitelik itibariyle daha çok Singapur’daki Temasek Fonu gibi etkin kaynak kullanımına dayanan, teknoloji ve altyapı odaklı ve yüksek büyüme sağlamaya dönük stratejik bir hamle olarak görmek, bu nedenle kısa vadeli pansuman düzenlemelerinden ayırt etmek, hatta yapısal politikaların bir parçası şeklinde değerlendirmek yerinde olacak. Tabii küresel standartta bir fon yönetiminin teknik gereklerine uyulması, değerlendirme kuruluşlarının düşük risk düzeyinde görmesi için gerekli saydamlık ve denetim kalitesine uyulması, fonun yatırım yaptığı proje gelirlerinin sağlanacak finansman maliyetini karşılaması kaydıyla. Aksi takdirde zaten devlete ait birbirine pek de benzemeyen kuruluşların mülkiyetinin devriyle ne umulduğu, Hazine’nin risk puanından daha iyi bir notu bu Fon’un nasıl elde edeceği, kamuya ait varlıklarda kamusal bir denetimin olması gereği gibi hususlar sorgulanmaya devam edecek...