Sanayi performansı ve ötesi

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

 

İstanbul Sanayi Odası'nın, biraz da başka kapsamlı ve analitik araştırma olmadığı için, her zaman ilgi çeken 'En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu' araştırması bu yıl da geniş haber konusu oldu ama doğrusu içeriği, zaten bildiğimiz ve yazdığımız dolayısıyla alıştığımız gerçeklerden farklı değil. Yine konjonktür ve kısa vade odaklı yaklaşımın doğal sonuçları, ölçek küçüklüğünün kısıtları, kurumsal ve yapısal darboğazların yansımaları ile karşı karşıyayız. Konjonktür yönetiminde ve makroekonomik dengelerin sürdürülmesinde eskisinden daha başarılı olmakla birlikte, rekabet yeteneği ve katma değer üretimi yönünden belirleyici olan sanayi sektörü performansından himayeci dönemlerde biriktirdiğimiz güce rekabetçi dönemlerde pek de fazla bir katkı yapamamakta olduğumuzu görüyoruz.

Borç bağımlılığı kârı düşürüyor

Gerçekten de küresel kriz etkisini yaşadığımız dönemde ciroları azalsa da kârlılığını artıran Türk şirketlerinin şimdi ciroların artmasına rağmen kârlılıklarının düşmesi performanslarının büyük ölçüde finansman maliyetlerine bağlı olduğunu gösteriyor. Teknoloji düzeyi ve verimlilik değişmedikçe, daha fazla büyüme kârlılıkta düşüş ile sonuçlanıyor. Bu da, bir bakıma, makro düzeyde mevcut yapı ile büyümedeki stratejik tıkanmanın yani sürdürülebilirlik sorununun firma düzeyinde de doğrulandığına işaret ediyor.

Bu durumda sık sık değindiğimiz ölçek kısıtının önemli rolü var. Şirket ölçekleri, ortaklık eğiliminin yetersiz oluşunun da katkısıyla, küçük olunca büyüme ancak borçlanarak mümkün oluyor. Bir türlü sığlıktan kurtulamayan sermaye piyasası başta olmak üzere diğer kaynak alternatifleri de sınırlı olduğundan, borç bağımlılığı doğal bir kırılganlık yaratıyor. Sonuç olarak karlılık düzeyini iç dinamiklerde ve üretimin doğrudan maliyetinde oluşan değişmeler değil, konjonktüre ve para politikasına göre dalgalanan finansman maliyetleri belirliyor. Finansman yönetimi de, hedging gibi modern tekniklerin kullanımı yaygın olmadığı ve risk öngörüsü/telafisi yetersiz olduğu için, yeterince esnek değil. Dolayısıyla kur düşük iken oluşturulan ve kârlılığı artıran döviz ağırlıklı sermaye yapısı ve kaldıraç, parite yükselişlerinde olumsuz performansa dönüşüyor. Borç faizinin ve kurun artışı, kârlılığı ortadan kaldırıyor.

Yumurta tavuk hikayesi

Kısır döngü, ihracat açısından da geçerli. İlk bakışta ciroların ve ihracatın artıp kârlılığın azalması, rekabetin doğal sonucu gibi yorumlanabilirse de yakından bakınca düşük performansta asıl etkinin cari açığa da yol açan üretim yapısındaki zafiyetten geldiği anlaşılıyor. Dünya standartlarında ölçek büyüklüğüne erişen ilk 50 firmanın ihracatta % 24.5 gibi önemli bir pay alırken, GSYİH'daki paylarının ancak %4.6 olması da brüt katma değer ve kârlılıkta gerilemelerini yansıtıyor. İhracat artışı kaynak yaratma sürecine yeterince katkı yapmıyor.
500 büyük şirketin 2011'de %27'ye varan ciro artışı, borçlardaki %20 ve faizlerdeki %40 artış ile birlikte gerçekleşince ortaya böyle karmaşık bir tablo çıkıyor. Ekonomideki yüksek büyümenin şirket performanslarına farklı bir şekilde yansıması, bu büyümenin neden sürdürülebilir olmadığını da açıklıyor.
Malum sorunsalımıza gelince, cari açık mı şirketleri bu duruma getiriyor, yoksa şirketlerin durumu mu cari açığa yol açıyor, yorumu size kalmış. Yumurta tavuk hikayesi gibi...

Sınırlı seçenekler

İSO'nun 500 büyük şirket araştırmasının, TİM'in ihracat performansına ilişkin raporuyla birlikte değerlendirilmesi, bir başka gerçeği de çağrıştırıyor: Şirketler kesimi, sanayideki çeşitlilik avantajına rağmen, henüz ekonomiyi yönlendirecek ve sürükleyecek dinamik ve öncü güce sahip değil. Performansları konjonktürü ve kamu politikalarını kollamak ile sınırlı, dolayısıyla dalgalı bir seyir izliyor. İhracatta yeni filizlenmeye başlayan aktif pazarlama anlayışı da henüz edilgen ve siparişe bağımlı nitelikteki geleneksel Avrupa ihracatına alternatif olmaktan uzak. Belli ki teknoloji düzeyi ve verimlilik değişmedikçe, büyümenin sürekliliği ve öngörülebilirliği için eldeki alternatifler de sınırlı.
Rekabet gücünü ve katma değeri artırmak, bu durumda, ya reel ücretleri düşürerek üretim maliyetlerini azaltmayı ya da borç finansmanı yerine özellikle teknoloji ve ihracat katkısı yapacak küresel ortaklıklara yönelmeyi gerektiriyor. Bu arada katma değer katkısı ve istihdam etkisi açısından bugüne kadar yeterince odaklanmadığımız hizmet sektörüne ve potansiyelin gerisinde olduğumuz tarım sektörüne çok daha fazla önem vermemiz gerektiği de açık.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019