Sallanırsak savruluruz

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ [email protected]

Bu köşede yıllardır ülkenin temel sorunlarına ve onların çözümünü tıkayan kritik darboğazlara odaklandığımız okurların malumu. Ufkumuzun, toplum olarak, sözde olmasa bile uygulamada hep kısa kalmasının başlıca nedeninin de güçlüklerle baş etmekte ve krizlerden çıkmakta gösterdiğimiz başarıyı kendi kontrol alanımızdaki değişim gerekleri ile yüzleşmekte ve kendimizi dönüştürmekte gösteremeyişimiz olduğu inancımızı da sık sık yineliyoruz.

Zaman zaman sevindiğimiz yüksek büyüme performanslarına rağmen uzun vadede nüfusun istihdamını sağlayacak potansiyel büyüme oranının altında kalmamız da ekonomik yapımızın faiz ve kur ayaklarına yaslanan bir sarmalın içinden çıkamamasından kaynaklanıyor. Üstelik bugün göze alamadığımız değişim maliyeti, dünyada teknolojide, üretim modelinde ve iş yapış şekillerinde yaşanmakta olan hızlı değişim yüzünden karşılanması çok daha güç, hatta imkansız hale gelebilir. Bu ise hayal kırıklıklarına rağmen halen ateşini canlı tuttuğumuz “uydu değil üretken ekonomi olarak bir üst lige yükselme" tutkumuza ebediyen veda anlamına gelebilir. Bilgi ve veri yönetiminin en önemli üretim faktörü haline dönüşmekte olduğu bir sürece, daha önceki endüstri ve elektronik devrimleri yakalama uğraşını tamamlayamamış bir ülke olarak ne ölçüde katılabileceğimiz büyük bir soru işareti. Hele küresel piyasa ekonomisinin entelektüel vitrini olma iddiasındaki Davos toplantısının ışıltısız mesajlarından da anlaşıldığı gibi gelişmiş ülkeler bloku bile bu yeni düzenin anlamı ve sonuçları konusunda tedirgin iken... Ve yine Davos’ta açıklanan bir araştırmaya göre küresel şirket yöneticilerinin baş korkusunun “siber tehditler” olmasına karşılık bizim şirket yöneticilerinin baş korkusu “döviz kuru” iken...

Küresel servet artışından pay alamıyoruz

Öte yandan küresel ekonomideki gelişmelere yaygınlaşan tepkilerin arkasında başta büyüyen gelir eşitsizliği olmak üzere sosyal huzursuzlukların bulunduğu da bir gerçek. Bu bağlamda anlamlı bir veri de üretilen servetin dağılımı. Dünya Bankası ve diğer uluslararası kuruluşların raporları ilginç veriler sunuyor. 2017’de küresel servetin %82’sinin toplam nüfusun %1’ine ait olması gibi. Daha çarpıcı olanı ise toplam servetin %50’sinin sadece 61 kişiye ait olması. Son yirmi yılda dünya’daki servet yaklaşık %100 artarken Türkiye’nin bu servet artışından pek nasiplenmediği, aynı düzeyde kaldığı anlaşılıyor. Kişi başına servetin bizde 46 bin dolar iken Norveç’te 1.6 milyon dolar oluşu da ayrışmanın boyutunu ortaya koyuyor. Esas itibariyle kazanılan gelirin tasarruf edilen bölümü olan servet artışından pay alamayışımızın nedenleri arasında borçlardaki yükseliş ve faktör gelirlerinde ( bu arada reel ücretlerde) düşük artış öne çıkıyor. Madenler ve tarım arazilerindeki azalışın da payı var. Merkez Bankası’nın son enflasyon raporunun, ilave verimlilik artışları olmadıkça, reel ücret artışlarının mümkün görünmediğiyle ilgili tespiti de aynı trendi doğruluyor.

Durum şu nedenle önemli: Türkiye’nin düşük gelirli ülkeler grubundan çıkarak orta gelirli ülkeler arasına girmesini sağlayan temel faktörün “genç ve çalışma çağındaki nüfusu” ve “bu nüfusun köyden kente ve tarımdan diğer sektörlere yer değiştirmesi” olduğunu biliyoruz. Ancak bir anlamda “kolay verimlilik artışı” sağlayan bu potansiyel avantajımız sona eriyor. Bir yandan yıllık nüfus artış hızı binde 13.5’tan binde 12.4’e düşerken daha önce 30’un altında olan ortanca yaş 31.4 oluyor, diğer yandan köylerde yaşayan nüfus %7.5’a geriliyor. Yani genç nüfus ve iç göç ile gelebildiğimiz yer, bizi orta gelir tuzağından çıkarmaya yetmeyecek. Savrulmak istemiyorsak nüfusun eğitim ve donanımına, bilim üretimine ve teknolojiye odaklanmak için fazla zamanımız kalmadı. Genç nüfus kaldıracına sahip olacağımız önümüzdeki 15 yılın bile, bu nüfusu nitelikli hale getiremezsek ve hele dünyadaki bilişsel dönüşüm hızlanırsa, çok daha kısalacağını öngörebiliriz.

İçerde değişen bir şey yok

Bugüne dönersek, 2018 yılında ekonomide çarkların yine borçlanma ve teşvikler kanalıyla döndürüleceği anlaşılıyor. Geçen yıl sona ermeden yeni bütçe kapsamında Kurumlar Vergisi, MTV ve ÖTV artışlarıyla en azından bütçe açığı riskine önlem alınmış olduğu söylenebilir; böylece kronik cari açığımızın ikiz açığa dönüşme ihtimali azaldı. Ancak bu vergi artışlarının enflasyon ve faizler üzerinde olumsuz etki yapacağı da açık. Ayrıca Suriye operasyonlarının gerektirdiği savunma ve güvenlik harcamalarının düzeyi yükselirse ilave kaynak ihtiyacı da doğabilir ve borçlanma baskısı artar. Başbakan Yardımcısı Şimşek, iç kaynakların özel sektöre yönlendirilmesi için Hazine’nin dış borçlanmaya yoğunlaşacağını söylüyor ve yatırımlar için de dış kaynak girişinin devam edeceğini, aynı zamanda enflasyon sorununun mutlaka çözüleceğini vurguluyor. KGF kredilerinin de imalat ve ihracat odaklı olacağına işaret ediyor.

Yeni torba yasa tasarısı da istihdam odaklı teşvik ve destekleri içeriyor. Bir yandan da piyasalarda TL kıtlığı yüzünden ödeme krizi yaşanıyor.

Kısaca kısa vade vizyonuna ve dış konjonktür uygunluğuna bağımlılığımız devam ediyor. Para bulmak kadar bunu nasıl kullanacağımıza da odaklanmamız gerek. Yapısal direncin arttırılması için ivme kazanacağı öngörülen reformların kapsamı ise şimdilik özel sektörün döviz riskinin kontrol altına alınması ile sınırlı görünüyor. Anlaşılan daha kapsamlı ve radikal bir dönüşüm programı için yolumuz uzun.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019