Sahi biz ne yaşıyoruz?
Yazıyı okuyacak vaktiniz yoksa tek cümleyle özetleyeyim: Türkiye’nin içinden geçtiği süreç ekonomik kriz değil, devletin tüm kurumlarıyla zayıflaması ve itibarsızlaşması sonucu çökmesidir. Ekonomik sorunlar, yaşanan bu çöküntünün kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıktığı için de çözümü sadece ekonomi politikalarında aramak kalıcı çözüm getirmeyecektir. Devletin kurumlarıyla çöktüğü ve otorite boşluğunun ortaya çıktığı bir toplumda başka türden “çökmelerin” olması da kaçınılmazdır. Gündelik hayattan ve hepimizin içini acıtan güncel olaylardan örnekler vererek ne demek istediğimi netleştireyim.
Devlet Diyarbakır ve Tekirdağ’da yok
Hepimizin içini yakan Narin ve Sıla ile başlayalım. Eğer devlet Narin’in köyünde öğretmeniyle, sağlık görevlisiyle, ziraat mühendisiyle, kolluk kuvvetleriyle gücünü ve şefkatini hissettirebilseydi Narin belki de hayatını kaybetmeyecekti. Aynı derecede önemlisi, eğer Narin’in köyünde devlet olsaydı koca bir köy kendi kanunlarını istediği gibi işletip devleti boşa düşürmeyecek, yanlış yere doğru yönlendiremeyecekti. Sıla ile devam edelim. Eğer Sıla cinsel istismardan sonra hastaneye ilk kez kaldırıldığı zaman devletin sağlık görevlileri durumun ciddiyetini anlasalardı ve sosyal hizmet uzmanları da görevini yapsaydı bugün Sıla iç organları parçalanmış bir şekilde entübe edilmeyecekti. Devlet Narin’in köyünde de yok, Sıla’nın mahallesinde de… Devlet Diyarbakır’da da yok, Tekirdağ’da da…
Devlet adalet saraylarında da yok. Kara para akladığı her haliyle belli olan rüküş ve şımarık bir çift hepimizin gözü önünde tahliye edildi. Dilan Polat’ın “devletimiz sağ olsun” açıklaması, sağ olan devletin nasıl bir devlet olduğu ile ilgili de çok şey anlatıyor aslında. Geçen hafta da yazdım: bu olay okulların açıldığı hafta meydana geldi. Milyonlarca gencimiz, daha iyi bir gelecek için, bir üst gelir grubuna devletin sağlamakla yükümlü olduğu eğitimi alarak geçmek için okula başladı. Gençleri eğitimden soğutmak, kolay ve illegal yoldan para kazanmaya teşvik etmek için Polat ailesini tahliye edecek daha anlamlı bir hafta bulunamazdı.
TÜİK’in yaşadığı itibar erezyonu…
Devletin en önemli kurumlarından biri olan TÜİK’in yaşadığı itibar erozyonu ile devam edelim. Bugün ülkedeki ücret ve fiyat dengesinin bozulmasının en önemli sebeplerinden biri TÜİK’in açıkladığı ve gerçeği yansıtmadığı her halinden belli olan enflasyon verileridir. Maaş artışlarında TÜİK’in açıkladığı enflasyon önemli bir kriter olarak alındığı için de ekonomideki ücret ve fiyat dengesi olumsuz etkilenmektedir. Devletin kurumu olan TÜİK’in itibar kaybı sonucu oluşan boşluğu ENAG’ın ya da İTO’nun doldurması kaçınılmazdır. Narin’in köyünde de Ankara’nın göbeğinde de durum değişmez: devletin itibarsızlaştığı ya da çekildiği yerde boşluğu yeni bir otorite doldurur. Devlete duyulan güven kaybının da maliyeti çok büyük olur. Uygulanan dezenflasyon programında toplumun enflasyon beklentilerinin kırılmamasının da en önemli nedenlerinden biri devlete, dolayısıyla da izlediği politikalara, hayatın her alanında duyulan güven kaybıdır. Telafisi de çok zordur.
Devlet aklı ve kurumsal hafıza kalmadı
Bu güven kaybını tetikleyen unsurlardan biri de devlet kurumlarının siyasetle iç içe geçerek, siyasetten bağımsız geliştirdiği kurumsal hafızasını yitirmesidir. Kaldırılan müsteşarlık makamından örnek verelim. Bakan olarak seçilen siyasetçiye devletin kurumsal hafızasını aktarıp yol gösteren, bakanın tecrübesizliğinin ya da siyasi çıkarlarının yol açabileceği olumsuzlukları azaltan müsteşarlık makamı yok artık. Onun yerine neredeyse hepsinin siyasi bir kimlik taşıdığı bakan yardımcıları var. Toplumun her alanında izlenen politikalarda savrulmanın bir sebebi de bu: siyasetçiyi yönlendirecek, hata yaptığında uyaracak bir devlet aklı ve kurumsal hafıza kalmadı. Hiç unutmuyorum: 1995’te ODTÜ’den mezun olurken not ortalaması yüksek öğrenciler olarak ileride ne olmak istediğimize dair konuşuyorduk. En çok akademisyen ve müsteşar cevabı çıkmıştı. Bu ülkede müsteşarlık makamı tarihe karıştı, işini hakkıyla yapan akademisyenlerin de durumu ortada…