Rumelihisarı’nda…
Sıcaklar iyice bastırdı. Denizin daima bir hışım aktığı Boğaziçi’nde bile soluk almak neredeyse mümkün değil. Yine de bir süre olsun yürümek istedim; yolum, Âşiyan’a düşünce o güzel denizin kıyıcığında…
Dilimde bir şiir:
“İstanbul’da Boğaziçi’nde / Bir garip Orhan Veli’yim / Veli’nin oğluyum / Tarifsiz kederler içindeyim // Urumeli Hisarı’na oturmuşum, / Oturmuş da bir türkü tutturmuşum.”
Ben de Âşiyan’da, onun heykelinin hemen yanındayım… Başımızda “martı kuşları”… Oturmuş, denizi seyrediyorum… Gemilerin isimlerini okumaya çalışıyor, bayraklarından bandıralarını tahmin etme oyunu oynuyorum…
Ve birkaç adım ötede, delikanlılığımın vazgeçilmez mekânı; yıllarca neredeyse her gün gittiğim Rumelihisarı… Denizin akışı, menevişlenmesi geçen onca zamanda hiç değişmemiş, ama Hisar’ın sahili daha da genişletilmiş; yolun altındaki balıkçı barınağı, ancak bir neslin hatıralarında yaşayacak. Güneşin sıcaklığı beton zeminden yansıyor, daha da dayanılmaz hal alıyor…
Neyse ki amatör balıkçılar, ellerinde kamış oltaları yine varlar; onlarla sohbet edebilir, çaparilerinde her seferinde çektikleri balıklara heyecanla bakan yüzlerindeki âşina mutluluk izlenebilir.
Arkama dönmek istemiyorum; gençlik yıllarıma damgasını vurmuş Ali Baba Çay Bahçesi, çoktan el değiştirmiş… Ali Baba, kızı Halide şimdi kim bilir nerelerdeler? Yaşıyor mu Ali Baba? “Çocuklaaarr, doğal çaylarınız geldi!” diyerek elinde ince belli bardaklarla dolu kocaman bir tepsi, servis yapardı. Biz de aramızda “çaylar doğal, çünkü sabahtan beri hep aynı demlikten, aynı çay!” mavrasını geliştirmiştik. Aslında haklıydık da; gün ilerledikçe bulanıklaşırdı çaylar! Ancak, üzülmesin diye Ali Baba’ya söylemez, hiç şikâyet etmezdik. O da bizi bilir, korurdu. Kaç kere tanık olmuştum “o bizim çocuk” diyerek tanımadığı insanlara karşı müdavimlerini koruduğuna…
Onun şefkatli sözcükleri; kışın kapalı mekânında, ki üstü de eviydi; gürül gürül yanan sobanın başında “hoşgeldiniz çocuklar” diye evine buyur eder gibi sıcacık bir sesle bizleri karşılaması yeterliydi…
Orada, mevsimsiz zamanlar yaşayarak saatlerce denizi seyredebilirdim, ediyordum da… Biteviye geçip giden gemiler, değişen ışıklar… Harika görüntüler... Hiçbir zaman isteyerek ayrılmadım o bahçeden; vakit çok geç olduğu için; son otobüsün saati geldiğinden zorunlu olarak eve döndüm…
O bahçe yok artık. Biz müdavimlerin anılarına karıştı, yitip gitti… En güzel kitapları okuduğum, filmleri konuştuğum, siyaset tartıştığım, ders çalıştığım o bahçede hiçbir zaman oturamayacağım…
Yine de bir cesaret tam karşısında, ayakta dikildim; baktım, baktım…
Sonra, biraz sağa, bir zamanların Han Restoran’ına doğru yöneldim… Han ve Karaca restoranlar yan yanaydılar o zamanlar. Han’ın içinden çınar ağacı geçtiği için, onun terasını tercih etmiştik. Sahibi, o yıllarda Boğaz’ın yüksek okul bitirip avukat olmuş tek restoran işletmecisiydi. Daimi garsonumuz Dursun’du. Her defasında onun masasına otururduk. Mezeler de, balıklar da tek kelimeyle nefis olurdu. Kırlangıç buğulamayı ilk orada yemiştim ve mütevazı bütçemizle parasını bölüşerek ödeyebilmiştik…
Restoran olan iskeleye doğru yürüdüm… Büfemiz duruyordu. Meşhur sosislisi hâlâ vardı ki camına fiyatlarının yazdığı bir kâğıt yapıştırılmıştı… Tost makinesinde ısıtılmış çeyrek ekmeğin içerisine sosis, iki kaşık salçasından, üstüne ev yapımı, acısı burundan çıkan hardal ve bol turşu… Bu sefer yemeğe cesaret edemedim; son yıllarda hayallerimi kıran birçok şeyin yanına o sosislerin de eklenmesini istemedim… Acaba hâlâ Zekeriya Bey’in oğlu mu işletiyor?
Anılarımın mekânlarına gittikçe tuhaf bir yalnızlık, eksilme hissediyorum… Her şey hızla yok oldu… Daha ne kadar eksileceğim?!
Oysa ne güzel geçmişti yazlar Rumelihisarı’nda… Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ünlü şiirini mırıldanarak Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne doğru yürüdüm:
“Ne güzel geçti bütün yaz, / Geceler küçük bahçede…”
Nereye? Bilmem ki!..