Ribauntumuz güçlü ama patinaj yapıyoruz...
Bakış...
BÜSİAD'ın yayın organı...
Yani Bursa Sanayicileri ve İşadamları
Derneği'nin...
İyi hazırlanmış, temiz baskılı bir dergi...
Sayfalarında ağırlıklı olarak, Bursa başta
olmak üzere, iş dünyasının sorunlarına yer
veriyor.
Çeşitli yazarların görüşlerine de...
Sağ olsunlar, benden de yazı istediler...
Çok önemsediğim bir konuyu Bakış için
kaleme aldım.
Kısmen de olsa sizinle paylaşmak istiyorum.
Yayın yönetmenliğini yaptığım gazete bir
ekonomi gazetesi...
Bunun bir gereği olarak, 29 Ekim günkü
sayımızda, Cumhuriyet'in 87 yılına
ekonomik gelişmeler açısından baktık*
Bu süreçte nüfus yaklaşık 5 kat artmış...
Milli gelir 1291 kat...
Üstelik dolar bazında...
Cumhuriyetin ilk yılı 1923'te milli gelir 565
milyon dolarmış...
Bu yıl 730 milyar dolar civarında
gerçekleşecek...
Kişi başına milli gelir de 222 kat arttı...
1923'te 45 dolar seviyesindeydi...
Bu yıl 10.043 dolar olacağı hesaplanıyor.
Uzatmayalım...
Türkiye büyüyor...
Bunda kuşku yok!
Peki ya dünya?
Diğer ülkelerle karşılaştırdığımızda
performansımız nasıl?
Dünya ekonomisinin büyüklüğü 1980'de
10.9 trilyon dolardı...
Bugün 69.9...
Görünen o ki, “herkes” büyüdü...
Ancak, farklı hızlarda...
Topun yere çarpıp zıplaması gibi,
ekonominin de krize girdikten sonra tekrar
yükselişe geçmesi de “ribaunt” olarak
adlandırılıyor.
Ulusal basketbol takımımızın final oynama
başarısını gösterdiği FIBA 2010 Dünya
Basketbol Şampiyonası sırasında
kulaklarımızda iyice yer etti.
Milli takım gibi Türkiye iş dünyasının ribaunt
yeteneği yüksek.
Girişimcilerimiz bir kriz döneminden sonra
kendilerini çok çabuk toparlayabiliyor.
Veriler de öyle söylüyor...
İşte Türkiye, bir krizden daha hızla çıkıyor.
Yılın ilk iki çeyreğinde de çift haneli
büyümeyi başardı.
2010 yarı yıl skoru yüzde 11...
Üretim düzeyi kriz öncesini yakaladı.
Dünya üzerinde, bir önceki yıl hızla
daralmasına rağmen üretim düzeyini kriz
öncesi düzeye çıkaran bir başka ülke yok.
Gelelim, “patinaj” meselesine...
Hani, kaygan ya da yumuşak bir yolda
otomobilimizin tekerlerleri döner ama
ilerleyemeyiz...
Uzun vadeli bakınca Türkiye ekonomisinin
pozisyonu aşağı yukarı bu...
Kısa vadede krizlerden, sıkıntılardan
kurtulmada becerikliyiz.
Çabuk toparlanıyoruz.
Ancak uzun vadede yerimizde sayıyoruz.
Hani derler ya, dere tepe düz gittik, arkamıza
bir de dönüp baktık ki, bir arpa boyu yol
gitmişiz...
İşte Türkiye ekonomisinin durumu aynen
böyle...
“Haydi canım, o kadar da değil” dediğinizi
duyar gibiyim.
Size hak veriyorum...
Bana da böyle birşey söylenseydi tepkim
farklı olmazdı.
Ben de; Türkiye'nin herşeye rağmen hızla
büyüdüğünü, dahası yarışta öne çıktığını
düşünüyordum.
Ta ki, aşağıda sizinle paylaşacağım verileri
görene kadar.
Veriler, Pensilvanya Üniversitesi'nden...
Büyüme çalışmalarında çok kullanılan
meşhur tablolardan alınma...
Dünya literatüründe “Penn World Tables”
diye geçiyor.
Yazın internette hemen karşınıza çıkıveriyor.
Herkese de açık...
Tablolarda ülkelerin ABD ile kıyaslaması var.
Kişi başına gelir düzeyi olarak...
Yakından bakalım:
1950'de bir Amerikalı'nın 100 dolar geliri
varsa, bir Türk'ün 13.4 dolar geliri vardı.
1960'a geldiğimizde bu gelir 17'ye çıkmıştı.
Gelişme umut vericiydi ama yine de
aramızda ciddi bir uçurum vardı...
O yıllarda, bir Amerikalı 100 gelir elde
ediyorsa, bir İngiliz‘in geliri 65'ti.
Bir İrlandalı'nın 40.1...
Kişi başına gelir ABD'linin 100 birimine
karşılık İspanyol için 38.9 idi.
Yunanlı için 38.2...
Japon için 37.2...
Malezyalı için 15.7
Bir Güney Koreli için ise sadece 10.9'du.
Hele hele bir Çinli'nin geliri...
Bir Amerikalı'nınkinin yalnızca 3.2'si
düzeyindeydi.
1960 yılından size aktardığım bu tablo 40 yıl
sonra ne hale büründü?
Doğrusu bir hayli değişti...
2000 yılına geldiğimizde Amerikalı 100 iken,
İrlandalı da 95 oldu.
Neredeyse Amerikalı'yı yakaladı.
İngiliz de kişi başına gelirini artırdı.
65'ten 75'e yükseltti...
Japon 37'den 70'e...
Yunanlı 38'den 51'e...
Malezyalı 15'ten 41'e...
Güney Koreli 10'dan 48'e.
Ya Türk?
17'den 16.3'e...
Durum bugün de farklı değil...
Tablolardaki son veriler 2007'den...
Yani krizin hemen öncesi...
Türkiye'nin rakamı 17.8'e yükselmiş...
Bir kıpırdanma var ama...
Çin'in kıpırdanması ile karşılaştırınca...
Deyim yerindeyse; devede kulak!
Çinli'nin rakamını hatırlıyor musunuz?
1960'da sadece 3.2'ydi.
2000'de biz 16 civarındayken o 10
civarındaydı.
2007'de Amerikalı'nın kişi başına geliri 100
iken bizimki 17.8...
Çinli ise 19.8...
Çinli'nin Amerikalı karşısındaki gelir düzeyi
47 yılda yüzde 528 artmış...**
Sadece Çinli mi?
Koreli yüzde 402...
Japon yüzde 248...
İspanyol yüzde 172...
Malezyalı yüzde 165...
İtalyan yüzde 80...
Yunanlı yüzde 70...
Türk ise 1950'den bu yana bir Amerikalı
karşısında gelirini yüzde 32.8 artırmış...
1960'tan bu yana olanı hiç hesaplamadık...
Borçlu çıkmayalım diye...
Sonuç:
Türkiye ekonomisi krizlerden sonra
çabuk toparlanıyor...
Ancak ileriye gitmekte zorlanıyor.
Neden belli:
Hükümetlerimiz değişimi yönetmekte
başarısız kalıyor...
Değişimi yönetmek için gerekli stratejileri
oluşturamıyor...
Sanayiye, üretime yön verecek öncelikleri
belirleyemiyor...
O iktidar, bu iktidar meselesi değil...
Yapılan bütün hamlelere rağmen
önümüzdeki görev hala aynı...
Dünyanın üst ligine yetişmek için Türkiye'nin
temel ihtiyacı büyüme...
Hızlı büyüme...
Durum ümitsiz mi?
Hiç de değil...
Yapılan hesaplamalara göre*** Türkiye
yılda 7 civarında bir büyüme temposunu
yakalayabilir, Avrupa da son 10 yıldaki
büyüme oranını korursa, en geç 15 yıl sonra
AB'deki kişi başına gelir ortalamasına
ulaşacağız.
Yılda ortalama yüzde 8 büyümemiz halinde
ise bu süre 2022 yılına kadar inebilecek...
Yani Cumhuriyet'in 100'üncü yılına
girmeden Türkiye Batı'yı yakalayacak...
Bir atılımın tam zamanı...
Yetişilmesi gereken hedef belli...
Eksik olan yol haritası...
10-12 sene hızlı büyümeyi sürekli kılacak bir
yol haritasına ihtiyaç var...
Tabii, iyi haritacılara da...
. DÜNYA Gazetesi'nden Naki BAKIR
arkadaşımızın hesaplamaları
.. DÜNYA Gazetesi Genel Yayın Yönetmen
Yardımcısı Talip AKTAŞ'ın hesaplamaları
... Senaryodaki veriler, Faruk TÜRKOĞLU'nun
2010/43 sayılı Para Dergisi'ndeki çalışmasından
Medya kendini inkar etme noktasında...
Geçen pazar günü hangi gazeteyi okudunuz bilmiyorum...
Ama ya üniversitelilere polisin coplu-gazlı müdahalesinin Türkiye'nin en önemli gündem maddesi olduğunu düşündünüz.
Ya da bunun hiç de o kadar önemsenecek bir şey olmadığını...
Çünkü gazetelerimizin yarısı bu olayı manşetine taşıdı...
Diğer yarısı ise birinci sayfadan hiç görmedi...
Sadece iç sayfalarında küçük haberler yapmakla yetindi.
Aynı olaya bu kadar farklı bakış doğal değil...
İlk mi derseniz... Hayır!
Babıali'de geçmiş örnekleri vardır...
Ayrıca kimi gazeteler bazı haberleri önemser...
Başka gazeteler başka haberleri...
Kimi bir haberi küçük görür...
Kimi manşetine taşır...
Bir dereceye kadar bir olayı farklı değerlendirmek makul görülebilir. Ancak haberi okurdan saklamak anlaşılır gibi değil.
Daha doğrusu anlaşılıyor da... Doğru değil...
Medya kendini inkar etme noktasında...
Oysa en iyi medyanın kendisinin bilmesi gerekir...
Siz ne yaparsanız yapın haber kendini duyuracak bir yol bulur.
İsteseniz de istemeseniz de...
Eskiden hiçbir gazete basmazsa...
‘Fısıltı gazetesi' basardı...
Şimdi fısıltı filan bekleyen yok...
‘Anında görüntü' var...
Hele ki internet devrinde...
Son örnek gözümüzün önünde...
Küçücük bir internet sitesinin dünya çapında yarattığı etkiyi hep beraber izliyoruz.
Julian Assange ve “yoldaşları” Wikileaks sitesinden “en gizli” olduğu düşünülen
belgeleri birer birer uçuruyorlar...
Her biri bir güdümlü füzeden kat be kat ses getiren belgeleri...
Şeffaflık yanlılarının da desteğini alıyorlar...
Wikileaks'i başlı başına ele almalı...
Site değil tek başına kastettiğim...
Yayımladığı belgeler ya da dünyada “diplomasinin” nasıl çalıştığı da...
Onlar da önemli tabii...
Ama zaten etrafta uçuşuyorlar...
Zaten iyot gibi açıkta kaldılar...
Kastettiğim, olgunun bizzat kendisi...
Etkileri...
Yol açacağı dönüşüm...
Dünyanın yeni şekillenişinde...
Ve tabii medyada...
Şimdi düşünme zamanı...
Serinkanlı biçimde...
Heyecana kapılmaktan çok...
Anlamaya çalışarak...
Siz de benim gibi önemsiyorsanız, düşüncelerinizi, tespitlerinizi yazın, gönderin...
Önümüzdeki haftalarda birlikte değerlendirelim...
Değişime birlikte hazırlanalım...
Hani nasıl derler:
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!