Rehavet riski ve algı farklılıkları

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ [email protected]

Sık sık söylediğim bir şey vardı ya, Türkiye’nin gerçek ve kapsamlı bir sıçrama programı yapması, daha önemlisi bunu topluma yayılmış bir bilinç ve anlayış birliğiyle uygulaması için sadece tutarlı matematik modellerin ya da konjonktür politikalarında başarının yeterli olmadığı, toplumsal ve ekonomik yapının dokusunda ve niteliğinde bir dönüşüm gerektiğine dair.

Son 10 gün içindeki bir dizi olay maalesef bunu çok doğru olduğunu yeniden hatırlattı. Ağırlıklı kanaatim bu konuda yeterli farkındalığın en azından etkili ve yetkili çevrelerde oluştuğu, fakat dönüşümün maliyeti ve sonuçları konusunda isteğin ve kararlılığın bulunmadığı, daha doğrusu toplumda bunun yeterli karşılığının olmadığının varsayıldığı yolundaydı. Ancak mevcut yapı ve model içinde yolun sonuna gelindiğini, hükümetin de bunu görerek ayrıntılı bir program hazırladığını düşününce, uygulama konusundaki eksik karnemize karşın artık düğmeye daha kararlı basılacağı beklentisine girmiştik. Tam bu sırada dünyada petrol fiyatlarının ani bir düşme trendine girmesi bütün resmi değiştirdi. Cari açık ve enflasyon yönünden çok sevindirici olan bu haber, ezeli hastalıklarımız arasında yer alan rehavet alışkanlığımızın nüksetmesine, temel gündemin belirsiz bir geleceğe ertelenmesine yol açar mı diye kaygı da vermedi değil.

Petrol fiyatının potansiyel tehlikesi

Gerçekten de petrol fiyatındaki düşüş, bu defa geçici bir hareket gibi de görünmüyor. Bir yandan uzunca bir süredir devam eden yeni enerji teknolojilerine ve kaynaklarına ilişkin çalışmalar, diğer yandan siyasal krizler nedeniyle devre dışı kalmış (Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki) petrol kaynaklarına yani arz kısıtına rağmen bu fiyat düşüşünün olması, küresel enerji dengelerinde köklü bir değişiklik ve kalıcı bir trend olabileceğine işaret ediyor. Zaten dünya ekonomisinde bir süredir ortaya çıkan ve dış kaynaklara bağımlı olan bizimkine de hemen sirayet eden yavaşlama döngüsünü tersine çevirebilecek temel dinamik, yani teknolojik sıçrama muhtemelen enerji alanında gerçekleşecek.

Gerek kaya gazı ile, gerekse yenilenebilir enerji kaynakları ile ilgili teknolojilerin maliyetleri konusundaki ticarileştirme çabaları da sona yaklaşıyor. Yani en büyük döviz açığı verdiğimiz enerji ithal maliyetimiz uzunca bir süre için hafifleyecek. Bu durumu geçmişte ihmal ettiğimiz dönüşüm için yeni bir motivasyon unsuru ve fırsat olarak mı, yoksa mevcut yapıyı daha fazla sürdürebilmenin, yani kaytarmanın bir yolu olarak mı değerlendireceğimiz belli değil ve doğrusu geçmiş deneyimlerimiz, ikinci ihtimali daha güçlü kılıyor.

Gerçi Başbakan Yardımcısı Babacan, daha geçenlerde, G-20 dönem başkanlığımız süresince dünyaya sürekli yapısal reform mesajı vereceğimizin altını çizdi. Bunu, kendi reformlarımızı da tamamlama taahhüdü içeren bir irade beyanı saymak mümkün mü bilmiyorum. Ancak aynı konuşmada düşük büyümeye rağmen istihdamın arttığını, bunun başarı olduğunu söylemesi ilginç. Bana kalırsa düşük büyümede artan istihdam, verimliliği düşük işlerde çalışan niteliksiz işgücünün artışına işaret ediyor olabilir ki bu da yapısal bozukluğun ya da moda deyimle orta gelir tuzağının belirtisidir. Kaldı ki bu açıklamanın hemen ardından yayınlanan istihdam verileri işsizlik oranının arttığını gösteriyordu. Doğru yolda ilerlediğimize emin olmak için daha temel iyileşmeleri gözlemek gerekecek.

Kafa karışıklıkları ve Piketty

Gelişmiş ülkelerden ayrıştığımız konuların sadece makroekonomik büyüklükler ya da yapısal özellikler olmadığını, aynı zamanda davranış dinamikleri ve algı / anlayış farklılıklarının da önemli olduğunu gösteren bir haberi de hatırlatmadan geçmeyelim. TIM Başkanı Büyükekşi'nin önümüzdeki yıllarda kapanacak olan Atatürk Havalimanı'nın yerinin yeşil olması için yaptığı iyi niyetli öneri bizim dışımızdakiler için oldukça şaşırtıcı olmalı.

Öneri, İstanbul’da yaşayan herkesten (kimbilir kaç yıl boyunca!)10 TL alınıp arazinin 15 milyar olan bedelinin devlete ödenmesi. Dünyanın belki de en az yeşil alana sahip metropolleri arasında yer alan (Londra ve New York’ta yüzde 25-30 olan oran İstanbul'da yüzde 5'in altında) İstanbul'da halkın yeşil alanını kendi parasıyla alması yani. Yepyeni bir piyasa ekonomisi anlayışı olarak literatüre katkı sayılabilecek bu fikir, aslında devlet / halk / kamu kavramları konusundaki kafa karışıklığımızın bir yansıması. Pek çok alanda kullandığımız kamu kavramı bizde genellikle devlet diye anlaşılıyor.

Batı’da ise bunun tartışılmayan karşılığı halk ya da toplum. Yani kamu malı ilke olarak halkın toplu kullanımına açık mal demek. Yeşil alan da zaten niteliği gereği halkın malı. Burada olsa olsa devletin bir ihmalini gidermesinden sözedilebilir. Anlaşılan biz, “halka arz”da olduğu gibi halka bedel ödetilmeyen konularda kamu'yu halktan ayrı bir güç ve kimlik olarak gördüğümüz devlet ile özdeş tutuyoruz.

Bu da artık eskilerde kaldığını sandığımız tuhaf karma ekonomi modelinin gölgesinin halen bir dizi politika kararının arkasında nasıl yer aldığını, kurumsal yönetim ve saydamlık konusunda neden yol alamadığımızı kısmen açıklıyor. Bu kafa karışıklığından olsa gerek, geçen hafta İstanbul'a gelen “21. Yüzyılda Kapital” kitabının yazarı Thomas Piketty'nin görüşleri pek çok kesimin ilgisini, muhtemelen farklı nedenlerle, çok çekti.

Kuşkusuz 18. yüzyıldan bu yana gelir ve sermaye / servet dağılımı üzerine uzun yıllar boyunca süren ve 20'den fazla ülkeyi kapsayan bir veri seti üzerine oturan (bizde de pek alışılmamış olan) muazzam bir araştırma olması nedeniyle övgüye değer olduğu açık. Ancak en önemli sonucu olan artan gelir eşitsizliğinin kapitalizmi çıkmaza götürdüğü tespitinin yeni olduğunu söylemek zor. Gelir eşitsizliğinin uzun vadede talep dinamiklerini ve sürdürülebilir büyümeyi tehdit edeceği öteden beri bilinen bir şey. Belki piyasa ekonomisinin geleceğinde diğer faktörlerden daha önemli olduğunu vurgulaması ve özelikle son 15-20 yılda gelir eşitsizliğinin ivme kazandığına dikkat çekmesi önemli. Bir de gelir eşitsizliğinde nitelikli eğitime erişimin kilit olduğunun altını çizmesi. Söyledikleri arasında benim daha fazla ilgimi, bizdeki Japonya'yı aşan dolar milyarder sayısını tuhaf bulması oldu. Bence de tuhaf, çünkü sadece gelir eşitsizliğinin değil, servet oluşumunu etkileyen yapısal bozukluğun da belirtisi.

Ayrıca yabancı sermayenin tek başına çözüm olmadığını vurgulaması da isabetli, ayrı bir yazıda irdelenmeye değer. Çözüm olarak önerdiği kamu müdahalesi ve özellikle başlıca yöntem olarak öngördüğü servet vergisi ise bana hem bizim ülkedeki paradigmalarla nasıl yorumlanacağı, hem de araştırma yönteminin kalitesiyle orantılı bir düzeyde görünmemesi yönünden tartışmalı geldi. Farklı gelişme düzeyindeki ülkeler için yapısal sorunlar arasındaki öncelik sıralaması yönünden de öyle.

Yine de tıpkı “orta gelir tuzağı” kavramında olduğu gibi bilinen ve sürekli tartışılan konuları bir etiket altında simgelemesi açısından oldukça yararlı olacak.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019