Referandum

Gündüz FINDIKÇIOĞLU
Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ [email protected]

1983 seçimlerinde Halkçı Parti yüzde 30.5 almıştı. Yüzde 1.1 alan bağımsızları dağıtırsak, ülkede "sol" olarak görülebilecek bölmenin yüzde 31, "sağ" olarak görülebilecek kısmınsa yüzde 69 (ANAP + MDP) olduğunu görebiliriz. 1983 seçimlerinde seçmen sayısı yaklaşık 20 milyon iken, 2002 seçimlerinde 41.5 milyon, 2007 seçimlerinde yaklaşık 43 milyon, referandumdaysa 50 milyona yakın. 1983 yılında nüfus yaklaşık 48 milyon iken 2010 yılında nüfus 72.5 milyona ulaştı. Yani 27 yılda nüfus yüzde 50 arttı. Seçmen sayısı daha da fazla artarak 1983 yılına göre iki mislinden fazlaya ulaştı. Buna rağmen ne görüyoruz? Türkiye'nin çok ciddi ekonomik, siyasi, ideolojik ve sosyolojik dönüşümler yaşadığı ve seçmen sayısının misliyle arttığı bu dönemin sonunda bir şekilde "sol" olarak görebileceğimiz seçmenlerin oranı hala yüzde 30'larda olabilir. 2004, 2007 ve 2009 seçimlerinde "sol" olarak görebileceğimiz kitle yüzde 25 civarında seyrediyordu, hatta altına düştüğü de olmuştu. Burada elbette yüzde 5-7 aralığında gezinen bugünün BDP'sinin etkisini de bir yere koymalıyız. Bu etkinin bir kısmını 1983'ün Halkçı Parti oylarından düşersek manzaranın aşağı yukarı aynı kaldığını görebiliriz. Bu bir seçmen gerçeği, bir sosyolojik gerçek olarak önümüzde duruyor olabilir. Kılıçdaroğlu CHP'si gerçekten de bazı anketlerin iddia ettiği gibi yüzde 30'u zorluyorsa ilginç bir bulgumuz var demektir. Bütün değişimlere rağmen "indirgenemez" bir yüzde 30 civarı seçmen kitlesi kabaca 1983 yılında nerede duruyorsa bugün de orada duruyor. Elbette söylemler, konular, programlar değişti: aradan 27 sene geçti. Fakat göreceli durum üç aşağı beş yukarı aynı. Üstelik nüfus ve seçmen kitlesi hızla arttığı, 1980 öncesi CHP'yi veya herhangi bir tür solu şahsen hatırlayacak seçmenlerin oranı hayli düştüğü halde bu böyle. 

İkinci nokta açık: 2002 seçimlerinden beri ana hatlarıyla batı kentleri ve Ege-Akdeniz sahil şeridi bir tür "sol" seçmen ağırlıklı. Adı her neyse, sol veya değil, CHP buralardan destek alıyor. Sadece sosyolojik ayrışma, kentsel dinamik farkı değil, kültürel bir farklılaşmadan söz etmek gerekiyor gibi görünmekte. Sınıf temelli siyaset birkaç kere post-modernleşmiş bir dünyada merkezi tema olmadığına göre, muhalefetin ana harcı kültürel, ve ideoloji de buradan türevleniyor olabilir. Bölüşüm ilişkileri masaya adalet, bir tür eşitlikçilik, haksızlığa uğrama, yoksunluk ve yoksulluk üzerinden yatırılıyor, ki bu da post-modernizme gayet uygun. Sınıfa dayalı siyaset 30 yıldır ana tema değil. Neredeyse "bir" tema bile değil.

Türkiye ile ilgili seçim araştırmalarında ekonomi-ideoloji gibi iki eksen üzerinden yürütülebilecek bir politik ajanda kavramı yeterince açıklayıcı görünüyor. "Sol" olmak ideoloji komponentinin asli unsuru olmaktan çıkalı çok zaman geçti. Asli unsurlar olan muhafazakarlık-milliyetçilik-dinsellik temaları geçişken temalar ve merkez sağın tabanı arasında bu nedenle de kaymalar doğal olarak mümkün, hatta olası. Sağın uzun yıllar ancak koalisyonlarla yönetebilmesi, hatta CHP çizgisinden gelen partilerin de 1990'larda koalisyon ortağı olabilmesinin nedeni 1990'larda merkezin -ya da sağın çünkü ülkemizde merkezdeki seçmen sağda yer alıyor- en az 4 akıma bölünmüş olmasından dolayıdır. ANAP'ın birleştirdim dediği 4 eğilimin 1990'larda asli partilerinin çatısı altına dönmüş olmaları yüzünden bu böyleydi.

2002 seçimleri iki partili bir sisteme evrilme olasılığını ortaya çıkarmıştı. Fakat 2004 seçimlerinde bu olasılık güçlenmedi, bu eğilim ivme yitirdi. Sonrasında da MHP seçim başarısı yakaladı ve mecliste 2007 seçimleri sonrasında önce 3 parti ve 4 akım -sonrasında grubu olan 4 parti- temsil edilmeye başlandı. Referandum sonuçları yeniden 2002 momentumuna dönülmeye başlandığını gösteriyor olabilir mi? Henüz çok erken fakat görünüşe göre bu olasılık yeniden güçlenebilir. Efektif olarak iki partili -sadece iki partinin güçlü olduğu ve iktidarın sadece iki parti arasında el değiştirdiği ABD sistemi gibi- sistemlerin başkanlık sistemine daha uygun olduğuna dair argümanlar mevcut. Elbette başkanlık sisteminin artıları eksileri üzerinde de tartışma var. Fakat iki partili sistemlerin istikrarlı olmalarının hem nedeni, hem de sonucu olarak aşağı yukarı homojen bir "merkez seçmen" profilinin varolması, iki partinin ideolojik olarak birbirine hayli benzemesi, "merkezdeki seçmen teoreminin" ana hatlarıyla geçerli olması vb koşullardan bahsedilebilir. Kıta Avrupası'nda yarı-başkanlık sistemi denebilecek hibrid vakalar dışında böyle bir sistem yerleşememiştir ve seçmen profili de 20 yüzyıl boyunca zaten buna izin vermeyecek kadar heterojen olmuştur.

 Finans piyasaları açısından referandum sonucu olumlu algılanacaktır. Önümüzdeki aylarda bu olumluluğu daha açık biçimde göreceğiz. Haftaya yılın son ayları için beklentilerimi kaleme alacağım.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Risk ve yavaşlama 01 Ekim 2019
Fed, resesyon, Türkiye 24 Eylül 2019
Coğrafya ve imparatorluk 17 Eylül 2019
Fed ve dolarizasyon 25 Haziran 2019