Reel kesimin döviz borcu acil sorun
Eylül ayından, yani döviz kurunda oluşmasına yol açtığımız gereksiz balonun giderilmesinden bu yana, yazılarımızda ana tema iki tespit etrafında yoğunlaşıyor. Birincisi sadece yapısal dönüşüm ve iç dinamiklere dayalı kalıcı büyüme gibi zaman isteyen köklü yörünge değişikliği değil, piyasaların, yatırımcılar ve tüketiciler için karar vermeyi kolaylaştıracak kısa ve orta vadeli program ve politika seti açısından da bir boşluk ve belirsizlik bulunduğu; ikincisi de konjonktür fırsat verse de borçlanmaya, ithalata ve tüketime dayalı mevcut büyüme modelinin kendi içinde tıkanmaya başladığı ve sürdürülebilir olmadığı. Ekonomideki kısmi normalleşme, reel kesim dinamiklerinde olumlu gelişmelerden çok faaliyetlerin ve üretimin yavaşlamasından, tüketimin ve ithalatın azalmasından kaynaklandığı için faiz ve kur gibi değişkenlerin dış konjonktüre ve yatırımcı algısına bağlı oynaklığı devam ediyor. Karar birimleri için öngörülebilir bir ortam hazırlanması, reel kesim ve finans kesimi ile ilgili mevcut sorunlara kapsamlı çözümlerin planlanmasını gerektiriyor. Bu sorunların en başında da özel kesimin yüksek döviz borçluluğu geliyor. Umarız yaklaşan yerel seçimlerin kızışan atmosferi, bu temel gündemin unutulmasına ve çözümün maliyetinin yükselmesine neden olmaz. İşin kötüsü içinde bulunduğumuz zamanda dünya ekonomisinde de büyüme beklentileri düşüyor, borçların yüksekliği ve korumacılık savaşları dengesizlik risklerini artırıyor. Bu da iç talepteki yavaşlamayı telafi etmesi beklenen ihracat potansiyelini kısıtlayabilecek.
Maliye politikası ile destek yetmeyecek
Öyle görünüyor ki reel kesime teşviklerle verilen desteğin ötesinde bankalara ve yurtdışına olan döviz borçları ile ilgili bir yeniden yapılandırma çalışması, ekonominin hiç değilse ikinci yarıda toparlanması açısından, zorunlu olacak. Finans kesiminin bilançolarına yansıyan borçların vadeleri uzatılarak yeni destek sağlanmadıkça ciddi bir ekonomik çöküş tehlikesi söz konusu. Bir yandan iç talebin de belirleyicisi olan istihdamın ve üretimin sürdürülmesi, öte yandan daralmakta olan kredi hacminin artışı, böyle bir paket oluşturulmazsa, mümkün görünmüyor. Böyle durumlarda dünya uygulamaları, ya kamu kaynaklarıyla ya da uluslararası kurumların katılımıyla oluşturulacak kurtarma ya da varlık yönetimi fonlarıyla destek sağlanarak firmaların üretme ve borç ödeme kapasitelerinin canlandırılması yolunda. Aslında sonbaharda açıklanan Yeni Ekonomi Programı da, “ bankacılık varlıklarının seküritizasyonunun destekleneceği “ ifadesiyle reel kesim alacakları için kamu katılımıyla oluşturulacak benzer bir çözümün gündemde olduğuna işaret ediyordu. Yabancı uzmanların bir bölümü, Türkiye’nin 180 milyar dolarlık kısa vadeli dış borca karşılık 100 milyar dolar civarındaki brüt ve 30 milyar dolar civarındaki net döviz rezervinin yetersiz olduğunu, bu nedenle sermaye kaçışına ve iflaslara engel olmak ve borç servisi için 75 milyar dolarlık bir kurtarma kredisine ihtiyaç duyduğunu belirtirken kamu yönetimi böyle bir dış desteğe ihtiyaç olmadığını, hele İMF ile görüşmenin söz konusu olmadığını vurguluyor.
Gerçekten de TEPAV’ın Ocak ayındaki raporu geçen yıl ülkeye gelen doğrudan yatırım sermayesinde bir önceki yıla göre ancak yaklaşık %2 artış olur, hatta fiilen gerçekleşen yatırımlarda %15’i aşan bir azalma gerçekleşirken yurtdışına giden yerli sermaye %8 civarında artmış bulunmakta. Aynı zamanda yerli şirketlerin küreselleşmesi anlamına da gelecek, yani mutlaka sermaye kaçışı diye nitelenemeyecek olmasına rağmen oranın geçmiş yıllara göre birden sıçraması ve girişlerin azalması, en azından Türkiye’nin yatırım cazibesinin giderek düştüğünü gösteriyor. Bu durum, reel kesime destek kadar yatırım ortamının iyileştirilmesinin ve yatırımcı güveninin güçlendirilmesinin de acil ihtiyaç haline geldiğine işaret. Üstelik önümüzdeki aydan itibaren artacak dış finansman ihtiyacı dikkate alındığında faiz ve kurlardaki istikrarın yeniden bozulması tehlikesi var ki reel kesimi iyice zora sokabilir. Maliye politikasında reel kesime destek amaçlı gevşeme marjının da bütçe açığında ve kamunun özellikle döviz cinsinden borçlanmasında gözlenen artış trendi nedeniyle daralacağı da unutulmamalı.
İMF raporunda çarpıcı revizyon
Öte yandan İMF’nin Davos’ta açıklanan son “ekonomik görünüm” raporu, 2019 ile ilgili küresel büyüme beklentilerini revize edip aşağı çekerken en büyük revizyonu gelişen Avrupa ekonomilerinde yapıyor ve bu grup için daha önce (geçen Ekim’de) %2 olarak öngördüğü büyüme oranını %0.7’ye düşürüyor; rapor, hem bu grubun, hem genel olarak gelişen ekonomiler toplamındaki ve dünya büyümesindeki düşüş beklentisinde en büyük rolün Türkiye’de beklenen büyük daralma olduğunu vurguluyor. Ne tesadüftür ki gelişmiş ülkeler arasında en büyük aşağı yönlü revizyon da en büyük ihracat pazarımız olan Almanya’da; orada da %1.9 olan büyüme beklentisi 1.3’e düşürülmüş. Kısıtlayıcı finansman koşulları nedeniyle daha küçük ölçüde düşüşler Ortadoğu ve Latin Amerika ülkeleri için de söz konusu. Büyümenin hem iç hem dış bileşenleri açısından çok sıkıntılı bir yıl yaşayacağımız ortada.
Yıllar önce İstanbul’da hükümet yetkilileriyle iş çevrelerinin bir toplantısında 1923 hedefleri ve ilk 10 ekonomi arasına girme perspektifi sorulduğunda daha gerçekçi davranmayı ve “ilk 20’de kalmanın” stratejik hedef olarak tespitini önermiştim. Son projeksiyonlar ne yazık ki şimdiden 20’nci sıraya gerilediğimizi, yörüngeyi değiştirmezsek yakında G-20’nin dışında kalacağımızı gösteriyor. Hiç değilse 2020’ye güçlü girmek için bu yıl tamamen gerçekçi bir politika seti oluşturmamız şart.