Reel kesim düzelmezse işimiz zor
Adı neresinden baktığınıza bağlı, toparlanma ya da temizlik dönemi, daha önce de söylemiştik, umut edildiğinin aksine fazla uzun sürüyor. Neredeyse herkes, medyanın da ucuz program ve bol reklam motivasyonuyla sağladığı rehberlik sayesinde, istihbarat, terör ve savaş uzmanı olma yolunda. Ancak bu tür kolektif uzmanlıkların, tıpkı deprem ya da futbol gibi konularda olduğu gibi, davranışlara, politikalara ve uygulamalara olumlu yansıdığına pek şahit olmadık. Zaten sosyal medyaya arada bir göz atınca, başarısız darbe girişiminin kurumsal istikrar açısından verdiği hasarı telafi edeceğini, hatta orta vadede bu yöndeki algıyı ve güveni çok daha güçlendireceğini düşündüğümüz toplumsal dayanışma ve birliktelik konusunda da kuşkuya düşmek işten değil.
Oysa sadece derecelendirme şirketlerinin değil, uluslararası araştırma kuruluşlarının ve bankaların da belirsizlik ve enflasyon dolayısıyla Türk reel kesiminin ve bankaların mali bünyelerinin ve rasyolarının hassasiyeti açısından ikircikli oldukları bir dönemde böyle bir kaldıraca ihtiyacımız büyük. Uzun zamandır finansal istikrar bağlamında en sağlıklı gösterge durumundaki kamu dış borçluluğundaki güvencenin de bir yandan büyük projelerdeki dolaylı garantiler, diğer yandan özel sektörü de hesaba katınca toplam dış borcun milli gelirin yüzde 125'ini aşması nedeniyle zayıflama ihtimali, bu ihtiyacı daha da kritik hale getiriyor.
Söylem kalabalığında reformlar tavsamasın
Bir başka sorun da iki aya yakın bir süredir gündemin kıyısına itilmiş olan ekonomi ile ilgili gelişmelerin ve uygulamaların yeterince dikkatli izlenmemesi. Üstelik her yetkilinin başka bir telden çaldığı bir söylem kargaşası var ekonomi alanında. Biri tasarrufun, diğeri tüketimin arttırılmasına öncelik verilmesi gereğinden söz ederken, bir başkası enflasyonu indirmekten, diğeri kamu harcamalarını arttırıp büyümeyi pompalamaktan ve faizlerin düşürülmesi gereğinden söz ediyor. Biliyoruz, toplumun derdi de beklentisi de çok ama bunların, adına strateji denen bir zamanlama ve önceliklendirme sistematiği içinde, mümkün mertebe tek sesli bir şekilde cevaplandırılması gerekir. Söylem kargaşası belki sıradan vatandaşa dinamizm gibi görünebilir ama asıl ikna etmemiz gereken küresel yatırım ve finansman çevreleri üzerinde tereddüt yaratıcı ve güven azaltıcı etki yapar. Ayrıca hedefleri yükseltmeyi, gerçekleştiremeyince daha da el arttırmayı pek seviyoruz. En yeni örnek, onlarca yıldır en kritik zaaf göstergelerimizden biri olan ihracatta yüksek teknoloji payını yüzde 3.5'tan yüzde 20'ye çıkaracağımızı söylemesi. Hedeflemede ölçüyü abartmak, bunları yeterince ciddiye almadığımız izlenimine yol açabilir.
Oysa ekonominin gerçekleri hiç de umutsuz değil. Hem küresel konjonktür hala geniş likidite sağlıyor ve gelişen ülkelere fon akışını destekliyor, hem de içeride henüz yatırım ve üretim cephesinde olmasa da tüketici cephesinde canlılığın sürmesi büyüme temposunun bu yıl da yüzde 4'ler dolayında kalmasını sağlayabilir. Yapılması gereken bir yandan iş ve yatırım çevrelerini tedirgin eden darbe sonrası hukuki ve idari belirsizliklerin kısa sürede sonlandırılması, diğer yandan sadece nominal faizlerin değil fakat enflasyonu azaltacak politikalara ve reformlara odaklanarak reel faizlerin düşürülmesidir. Bu arada reel kesimin rekabet gücünü ve bankaların karlılığını aşındıran yüksek dolaylı vergilerin ve aracılık maliyetlerinin azaltılmasını sağlayacak bir vergi reformu da sağlanabilirse epeydir umut kestiğimiz yüzde 5 lik doğal büyüme patikasına da girebiliriz. Ne var ki uzun yıllardır gündeminde tutmasına rağmen kent rantlarının vergilendirilmesi gibi bu bakımdan fark yaratabilecek düzenlemeleri bir türlü hayata geçirme kararı veremeyen hükümetin şimdilik son torba kanunda olduğu gibi olumlu ama sınırlı etkili damga vergisi yükümlülüğü hafifletmeleriyle yetindiği anlaşılıyor.
Kaynaklar nasıl kullanılmalı?
Aslında kanaatimizce akıldan çıkarılmaması gereken husus, temel sorunun reel kesimin katma değer yaratma yeteneğinde ve verimliliğinde olduğudur. Sonuç itibariyle finans kesiminin karlılığı ve operasyonel verimliliği de buna bağlıdır. Banka kaynaklarının giderek artan ölçüde bireysel kredilere (yani tüketimi desteklemeye) kayması da, sermaye piyasalarının derinleşip gelişememesi de bu temel sorundan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle üretim kesiminin yapısı, dinamikleri ve maliyetleri üzerinde daha fazla durulması, gerek teşvik rejiminin tasarımında ve vergi rejiminin çatısının şekillendirilmesinde, gerekse üretim ve finansman maliyetleri ile ilgili düzenlemelerde kaynakların seçici bir şekilde verimli yatırım ve üretim birimlerine yönlendirilmesi zorunludur. Ancak bu konunun şimdiye kadar olduğu gibi genel geçer yaklaşımlarla çözülmeyecek kadar karmaşık olduğu, daha ince ayarlara ihtiyaç bulunduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Öyle ki, bir yandan işletme ölçeklerinin büyütülmesi ve bu çerçevede büyük ölçekli işletmelere stratejik projelerde destek sağlanması akılcı bir tercih iken, öte yandan yerli üretimin cari açık doğurma özelliğinin büyük ölçekli işletmelerde daha yüksek düzeyde ortaya çıkması, ancak KOBİ ismi altında homojen addedilen binlerce işletmenin de nispeten küçük bir bölümünün katma değer üreten rekabetçi nitelikte olması mevcut reel kesim yapısında düzeltilmesi gereken pek çok çarpıklığın bulunduğunu gösteriyor.
Kısaca sadece kaynak bulmaya değil, kaynakların hangi alanlarda ve ne şekilde kullanılacağına da kafa yormak zorundayız. Aksi takdirde ne bu kaynakların büyütülmesi mümkün olur, ne de sürekli sorun üreten yapının düzeltilmesi...