"Yüzde 25 dürüstüm…"
Yıllar önce büyük bir kurumda konferansa gitmiştim. Salon tıka basa dolmuştu. Salonda kuruluş mensuplarının çocukları da vardı. Büyük usta Çetin Altan'ın bir sözünden yola çıkarak, "… kimseye hesap vermeyen, kimseye hesap sormayan bir yaşam biçimidir özgürlük. İş aleminde bu özgürlük, sadece bir ideal olarak söylemde vardır. Çünkü, aykırı düşünebilen özgüven sahibi insanlarla çalışmak, onların özgürlük alanını geniş tutmak ve yapılan olumlu işleri herkesin duyabileceği şekilde alkışlamak, yaratıcı insanları kaynak kısıtları ile yıldırmamak çok önemli bir vizyondur. Böylesi bir vizyona sahip, ne yapması gerektiğini bilen ve bildiklerini da hayata taşıyan liderler ne yazık ki çok azdır" demiştim.
Yetkililerin uyarısına karşın konuşmaya on beş dakika ara verdim. Aradan sonra salon daha da kalabalıklaştı. Değerlendirmelerimi bitirdikten sonra, "Size bir Çin atasözünü anımsatmak istiyorum: 'Devamlı soru soran insan beş dakika, hiç soru sormayanlar ise ömür boyu aptaldır' diyor. Elçiye zeval olmazmış. Lütfen en aykırı sorularınızı sorun. Bildiklerimi yanıtlar;bilmediklerimi de 'bilmiyorum' diyerek savuştururum…" dedim.
Genç bir bayan söz aldı. Farklı şeyler dinlediğini söyledi, teşekkür etti, sonra da şu soruyu yöneltti: "Kendinizi dürüst bir insan olarak görüyor musunuz?"
Hemen yanıtladım: "Kendimi yüzde 25 dürüst bir insan olarak görürüm…"
Salonda bir uğultu yükseldi. Birçok insan yüksek sesle, "…nasıl ölçüyorsun?" diyordu.
Bildiklerim ve söylediklerim
İki elimi havaya kaldırdım. Salonda insanlar derin bir sessizlik, parıldayan meraklı gözlerle ne yanıt vereceğimi bekliyordu.
Dedim ki, "Dürüstlük, bildiklerimizle söyleyebildiklerimiz arasındaki makastır. Ben en şeffaf ortamlarda bildiklerimin ancak yüzde 25'ini söyleyebiliyorum. Gerisini, 'Tek başıma olsam, Şah'a Sultan'a kul olmam/ Viran olası hanede evlad-u ayal var' gerekçesinin arkasına saklayarak söylemekten sakınıyorum."
Hayatımızın bir parçası olan "yalan" üzerinde çok düşünmüş; kimseden emir almayan ve kimseye emir vermeyen bir yaşamın özlemini yüreğimizin derinliklerinde duymuş, özlemini çekmiş insanlarımız o kadar çok ki… Ama Buda'nın, ölen çocuğunu diriltmesini isteyen kadına söylediği gibi, "…evinden hiç ölü çıkmamış bir aileden bir tas pirinç getir, çocuğunu dirilteceğim" dediği gibi, hayatında hiç yalan söylememiş olan biriniz varsa "ayağa kalksın" dediğinizde hiçbir salonda kendine yalan söylemeyen tek bir kişi bile yerinden kıpırdayamaz.
Arşivimde yalan üzerine tuttuğum notlara bakıyorum: Yalanın kaynağının "korku", motorunun "güçlü olma" isteği olduğunu söyleyenler var. Yalanın "aşağılık kompleksi" nedeniyle söylendiğini ileri sürenler hiç az değil. Yalana başvuranların, "önemli olmayı, değerli olmanın önüne koyan" insanlar olduğunu düşünenler de var, yalanın "koruma güdüsünden" kaynaklandığını anlatanlar da. Yalanın masum olduğu zaman "yaratıcılığın kaynağı" olması nedeniyle alkışlayanları; "insanlara zarar verince" lanetliyenleri çoğunlukta… En kötüsünün "kendi yalanına inanma" olduğunun altını çizenlere de kulak verilmeli. Yalanın yazıdan ve belgeden korktuğunu anlatanlar da rastlarsınız, "yetmezliğin itişi, ihtirasın çekişi ile yanıp kavrulanların yallarından sakının" diyenlere de.
Hür general
"Emekliliğin en güzel yanı nedir?" diye soranlara, "…emir almadan ve emir vermeden yaşamak" diyorum. Ekliyorum: Daha da önemlisi, "Kendini Tanrı'dan başka kimseye hesap vermeyecek konumda görmek." Bir adım daha ileri atıyorum: "…Şimdi ben hür generalim!"
Bazı dostlar itiraz ediyor: "Bu, içinden geçtiğimiz ortamda mümkün olmayan bir şey…"
"Enseyi karatmayalım" ama dostlar da haksız değil hani…