"Portakalı soydum, başucuma koydum, sen bir turuncu yalan uydurdun&
Geçen hafta bıraktığımız yerden devam edeceğim, "lütfen kimse alınmasın, sizleri mecburen biraz daha daraltacağım. Olabilir, endüstriler, marketler, dernekler, meslektaşlar belki biraz kabaracak, ama azmedersek hakikat gün ışığına kavuşacak", demiştim. Çünkü ben bunu yaşadıklarım çerçevesinde söylemiştim. Üç hafta önce bir öğleden sonra azıcık nefes alacağız derken üst kattan telefon ettiler, Murat Ağabey'in midesi bulanmış, çıkarıyormuş. Durup dururken kusmak elbette pek hayra alamet değildir, lakin Murat Ağabey'in diyabet sorunu olduğundan, aman şekeri oynamış olmasın" dedik. Koştuk yukarı, ağabeyimiz iyi, "geçti" dedi. Biz de bir rahat nefes aldık. Lakin münferit görünen olay orada kalmadı, iki kişi daha benzer şekilde bulanıp kusunca, bizim cevval arkadaşlarımız meseleyi bir cins zehirlenmeye bağladılar. Oysa bizim çalıştığımız yer öyle rahat rahat öğle arası verilip yemeğe gidilebilen bir yer de değildir. Gerçekten o öğlen de yemek yenmemiş, ama bulanıp kusan üç kişinin ortak yedikleri şey kurcalandığında, ipin ucu toplantıda ortaya soyulup konmuş "bir tek portakala" indirgenmiş. Sadece bir tek portakal, kaç dilim eder bilinmez. Lakin mesele ağır, bu durumda portakal gönderildi analize, içi dışı tarım ilacı, bir portakalın birkaç dilimiyle ne kadar ilaç alınabilirse alınmış, üç kişi tek bir portakaldan mükemmelen zehre bulanmış. Tabi hemen sorgulandı, nereden alınmış bu portakal diye, aman o da ne, "güvenli turuncu marketmiş", alışverişin fişi bir kenara saklanıp belgelenmiş. Canım bir yerde çok sıkıldı, güvenli denen market buysa, üç portakaldan meyve suyu sıkan anneler, "taze meyve suyu" diye sevinirler, içim iyice daraldı. Sağlıklı kalmanın tek sırrının aç yaşamak olacağını ummazdım, ama öyle olmuş. Lakin beri yandan yediklerimiz konusunda anlattıklarımıza bıyık altından gülenler, kendileri zehirlenince, üstelik zehirlendikleri gayrı resmi de olsa belgelenince, aldı bu kez kara bir düşünce.
Trakya'nın kirlenme sorunu, Ergene İnisiyatifi'nin buğday, pirinç, ayçekirdeği analiz durumu
Oysa başka örneklerin varlığından da haberdardım. Bundan birkaç ay önce de Ergene İnisiyatifi'nden bir arkadaşımız aramıştı. Ergene havzasında çok ciddi bir çevre kirliliği olduğunu orada yaşayanlar biliyorlar. Konu geçen yaz sonu medyaya da taşınmıştı, bölgede çok ciddi bir kanser sorunu varmış. Ne var ki sorun her zamanki gibi, her şeyin örtüsü sigara ve alkole bağlamış. Ergene İnisiyatifi hazırlamakta oldukları bir belgesel filmin verilerini paylaştı. Bölgede faaliyet gösteren deri fabrikaları atıklarını sözüm ona bir arıtmanın arkasından dereye bırakmaktalar. Dere yaşam belirtisi olmayan zehirli bir suya dönüşmüş, ancak "hiçbir şeyde kullanılamaz" sınıfındaki bu suyla tarlalar sulanıyor. Bunun üzerine "biz en iyisi" dedim, "bölgede yetişmiş bir miktar ürünü analiz ettirelim". Buğday, kabuklu pirinç ve ayçekirdeği örnekleri, aslında çok şey bakılabilir, ancak teknik ve maddi imkanlardan ötürü sadece ağır metal analizi istedik. Sonuç yine bir felaket, numunelerin bir kısmında kabul edilebilirin 2-8 katı kurşun ve kadmiyum çıktı. Zaten çalıştığımız yere gelen çiftçiler de anlatmıştı, büyük baş hayvanlar on beşer, on beşer ölürlermiş. Ankara'dan ekip gelmiş, örnek almışlar. Nasıl saptadılarsa (ben çözemedim) "aşıya bağlı olmuştur" demişler. Konu o şekilde kapatıldı, bölgeden hasat edilen ürünün hangi markete gönderildiği elbette bir bilinmez olarak kaldı. Filmin adı Gündöndü, önce bir kısa versiyon halinde Marsilya çevre belgeselleri festivaline gönderildi. "Alkış almayan tek film oldu" dediler, seyircinin seyrettiği hazin tablo üzerine alkışlayacak mecali kalmamış.
Tarım ilaçları ve lenfoma ilişkisi, buz dağının dibiyle olan çelişkisi
Tarım ilaçları ve çevre kirliliği bütün dünyada büyük bir sorun, Greenpeace'in dünkü raporu bunu bir kez daha vurguladı, ancak bizim ülkemize gelince durum çok daha farklı. Gelişmiş pek çok ülke ileri bir kimya endüstrisine sahip olmakla birlikte, tekstil, deri işlenmesi gibi aşırı kimyasal kullanımı söz konusu olduğunda üretime asla yanaşmıyor. Tarım ilacı kullanımında Avrupa çok ciddi denetimli, "kalıntı var" diyerek sınırdan çevirdikleri yine bizim pazarımıza sunuluyor. İç piyasaya verilenlerin ne olduğu hiç bilinmiyor, portakal, buğday, pirinç ve ayçekirdeği sadece bilinenleri. Çünkü denetim yok, işte o yüzden organik pazarlara gitmek zorundasınız. Bu konu "amaaan, organikler de ne kadar organik" şeklindeki "entel gevşekliği" sınırlarını çoktan aştı. Ben size söyleyeyim, açık ara fark var. Bir portakaldan üç kişi zehirlenebiliyorsa, marketler asla güvenli olduklarını iddia etmemeli, kendileri analiz etmedikçe bu sözü zikretmemeli. Oysa tarımda kullanılan binlerce ilaç çeşidi var, üründe analiz edilmeleri çok zor. Tarım ilaçlarının nasıl kullanılacağı ziraat mühendislerinin bilgisinde, ama beri yandan baktığınızda, aynı mühendislerin çoğu tarım ilacı bayii olarak da hizmet vermekte. O halde nasıl olacak, tıpkı doktorlar gibi, ziraat mühendisi kefenin bir tarafına meslek onurunu, diğer tarafına da sattığı (ya da satılmasına aracılık ettiği) ilacın hanutunu koyup tartacak. Sizce hangisi ağır gelir?
Tabi durum böyle olunca insanın fizyonomisi ve beraberinde hastalıkların profili de değişiyor, benim en büyük sıkıntım bu. Tarım ilacına bandırılmış insan dokusunun ne yanıt vereceğini asla bilemezsiniz, bu ilaçlara uzun süre maruz kalmanın sonuçlarını asla tahmin edemezsiniz, sonuç bir bilinmezlik durumudur. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı "neye bakıyorlar, neyi buluyorlar" söylemeli ki, hastalığın doğal seyrini öngörebilelim. Örneğin lenfoma olarak adlandırılan bağışıklık sistemi kanserlerinin doğası ve patolojik tipi tamamen değişti, artık hepsi B hücreli geliyor. Bir hastalığın doğası bu kadar kısa süre içinde asla değişmez, bu durum tarım ilaçlarıyla ilişkili besbelli. Zaten Akdeniz Üniversitesi Onkoloji Bölümü'ndeki arkadaşlarımız Sağlık Bakanlığı ile ortak bir toplantıda iki sene önce söylemişlerdi, lenfomalar ve kemik iliği kanserlerinin çoğu Kumluca'dan geliyormuş. Kumluca sadece Antalya'nın değil, Türkiye'nin de en önemli tarım üretim merkezi. O halde anlamaya çalışalım bakalım, lenfomaların tarım ilaçlarıyla ilişkisi neydi, bu hastalığın özellikleri neden değişti? Görüş isteyeceğiz. Bakalım buradan hareketle hangi sonuçlara gideceğiz. Ama sorun yine aynı yere dayanıp duruyor, peki biz ne yiyeceğiz?
Önemli notlar: (1) Okullara süt dağıtılması son derece güzel ve doğru bir düşüncedir, ancak "günlük pastörize süt" olması koşuluyla. Okul öğrencileri kantinlere emanet edildiklerinden beri zaten beslenemiyorlar, UHT sütten alabilecekleri bir şey de yok. Dolayısıyla Başbakanımız eksik bilgilendirilmiş görünüyor. (2) Hacettepe Üniversitesi'nin "kompozit organ nakli ruhsatının iptali" asla hak etmedikleri bir sonuçtur. Son nakil başarısızlığının nedeni, ekibin insan fizyonomisinin sınırlarını öngörememiş olmasıdır. Ama dünyada ilk olan bir uygulamada bu sonuçla karşılaşılması olasılıklar dahilindedir. Tamam, ekip cesaretini biraz fazla ön planda tuttu ama bu durum nakil becerilerini de asla gölgeleyemez. Başarılı olsalardı alkış tutulacaktı, başarısızlığın karşılığı ruhsat iptali olmamalıydı.