"İşsizlik" konuşarak çözülür; ama…
Rakamları açıklandığında saman alevi gibi yükselen, birkaç gün sonra hiç eksik olmayan yapay gündemin gürültüsünde yitip giden "işsizlik tartışmaları" sözün tam anlamıyla "vicdanımı sızlatıcı" olmuyor mu?
Diğer bütün sorunlarda olduğu gibi, işsizlik sorununu da açık yürekle tartışmanın çözüme giden yol olduğu tartışma dışı bir gerçeklik. Ama tartışmalar, belli bir özü yakalamalı, işsizliğin kaynaklarına inmeli, sağlıklı analizleri yapacak kadar bilgiyle yapılmalı, mutlaka somut çözümler üretmeli.
İşsizlik rakamları açıklandığında ayyuka çıkan tartışmalarda bir dizi temel sorunun tümünü kapsayacak derinlik arıyorum:
Ülkemizde işsizliğin ne kadar nüfus artış hızından kaynaklanıyor? Kaynağın eğitebildiklerimiz ile eğitemediklerimiz arasındaki oranı nedir? Gerçek anlamda "…eğittiklerimiz" ile "…eğitmiş gibi" yaparak piyasaya sunduklarımız var mıdır?
Kırsal kesimde "çalışma yaşındaki nüfusun" gerçek oranı nedir? Bu nüfusun ne kadarı "kent alanlarına göç" ediyor? Nüfus sayımı ile ilgili net rakamlar veremeyen bir ülkede, kırsal kesimde yaşayanlarla ilgili rakamlara ne kadar güvenebiliriz? Sorumlu kurumlar, hesaplama yöntemlerini, o yöntemlere göre ulaştıkları sonuçları herkesin erişebileceği kolaylığı sağlıyorlar mı?
Sadece nüfus artış hızı ve kırsal kesimden göç nedeniyle ortaya çıkan "iş arayanların" yarattığı " işsiz stoku" ne kadardır? Bu stokun eritilmesi için dünden bugüne uygulanan politikaların hangileri nasıl sonuçlar yarattı?
Türkiye orta gelirli ülke. "Net ihracatı artırmanın" yollarından biri de "sermaye-yoğun yatırımlar" yaparak " katma değeri yüksek" ürünlere geçiş sürecini hızlandırmak. Bu, aynı zamanda "verimlilik artırma" anlamına gelir. Biliyoruz ki, sermaye-yoğun yatırımlar, kısa dönemde istihdam yaratma yerine, azalma etkisi yapar. Uzun dönemde "yeni iş yaratıcı" etkileri olur. Ülkemizin, bu temel eğilimi yönlendirici "özendirici politika ve uygulamaları" nedir?
"Kıtlık yasası" dengesinden
Belki de hiç tartışmadığımız; ama, orta ve uzun dönemde kaynak yönlendirmenin özünü oluşturan bir başka husus daha var: Fiziksel hammaddeye dayalı üretimlerde "kıtlık yasası" geçerlidir; o koşullarda iş yönetmenin özünü "arz-talep dengesini" dikkate alan "rasyonel yönetim" oluşturur. Günümüzde "hizmet-odaklı ekonomik gelişmenin" odağında "yazılım protokolleri" -fikir üretimi- belirleyici ağırlığa sahip. Fikri üretmenin bir bedeli var; ama, fikri tüketerek zenginliği artırmanın bedeli yok. Çağımız ekonomisinde, niteliksiz işgücü üretim dışında kalırken, nitelikli işgücü arayışı giderek hızlanıyor. İstihdam politikaları, bu bağlamda eğitim sistemi ve günün ihtiyacı olan işgücünün yetiştirilmesi ile birlikte geliştiriliyor. Bizim bu konuda ne yaptığımız belli değil.
Nerede, nasıl duracağız?
Türkiye, büyük krizden sonra değişecek olan "üretim hiyerarşisinde" nerede duracağını net olarak tanımlamalı. Örneğin, "katma değeri yüksek ve rekabet gücü olan ürünlerde" nasıl bir yol haritası izleyeceğini de, istihdam yaratma gücü olan "geleneksel üretimlerde" geçiş sürecini nasıl yöneteceğini de hiçbir tereddüdün gölgesi düşmeyecek kadar açıklıkla ortaya koymalı.
Bir yandan " Ar-Ge" ağırlıklı, "tasarım gücüne" dayanan, "moda", "marka" ve "imaj" algılaması ekseninde bir "ilerleme stratejisine", öte yandan birikim sahibi olduğumuz geleneksel üretim alanlarında " koruma stratejisine" ihtiyacımız olduğu çok açık.
İçtenlikle itiraf etmeliyim ki, işsizlik konusunu analiz ederken, yeterli bilgilerle donanamadığımız için rahatsız oluyorum. Derinlik analizi yapmadan rahatça genellemeler yapılmasını da doğru bir tutum olarak görmüyorum… Kamu birimleri, STK'lar, akademisyenler bir araya gelerek, eldeki verilerin derlenmesine, analiz ederek bir ortak akıl oluşturulmasını, verilerin malumata, malumatın bilgiye dönüştürülmesini, bilgilerin anlamayı kolaylaştıracak biçimde ayıklanmasını neden beceremiyoruz, bilemiyorum. Kamuoyu yanlış ya da eksik bilgilendirildiğinde, ayrıntı dinamiklerini bilenlerin neden suskun kaldığını da anlayamıyorum. Neden güvenilir bir "otorite merkezleri" yaratarak, gereksiz ve sonuç vermeyen tartışmalarla kendimizi ve toplumumuzu kandırmanın peşindeyiz? Bu sorunun yanıtını da bilemiyorum...