"Derin gündem" kavranırsa, 1000 yıllık fırsat yakalarız
Küresel krizin ilk günlerinden bu yana çok konuştuğumuz, sık yazdığımız, varsayımlarını ve zihni modelini belgelerin unutmazlığına emanet ettiğimiz sorunlardan biri de , "Türkiye'nin 1000 yıllık tarihinde ilk kez böylesine büyük bir fırsatla yüzleşmesidir".
Batı kaynaklı bir söylemde " Türk'ler fırsat kaçırma fırsatını asla kaçırmaz" denir. Kızmadan, öfkelenmeden, kinlenmeden, duyguları aklın önüne koymadan " düşmanını öğretmen yap" " öğüdünü hayata taşımanın tam zamanı böylesi anlardır.
Sağlıklı bir gelecek yaratma, öncelikle ülkemizin "derin gündemini" nasıl belirlediğimizle ilgilidir. Doğru bir gündem oluşturabilir, toplumun girişimci enerjisini o hedefe odaklarsak yaratmak istediğimiz sonuca ulaşır; önyargılı söylem ve eylemleri "çürütebiliriz" .Tersi de olabilir: Gereksiz gündemler, anlamsız tartışmalar, diyalog yerine çatışmalar yolunu izleyen saçmalığın peşine düşersek, bizleri karalamak için söylenenleri "doğrulayan" sonuçlara katkı yapmış oluruz.
Türkiye'nin "derin gündemini" beş alt başlıkta ele alınmasını öneriyoruz:
1)İnanç ve düşünce özgürlüğünü net tanımlayarak, ayrıştıran ve birleştiren yönlerini belirlemeli , bu alanda gereksiz tartışmalardan uzak durmalıyız
2) Kırsal alanda topluluk örgütlenmesi ihtiyaçlarına göre oluşan inanç sistemimizin, kentsel alandaki yaşamı zenginleştirici katkılarını artırmak için uzman insanların rehberliğinde bir ortak algı yaratmalıyız.
3) Ülkemizin derinliklerinde gelişen üretim örgütlenmesi, işletme ölçeklerini büyütmüş, kayıtlı işlem alanını genişletmiştir. Kayıt dışı alanın ciddi ölçülerde varlığını sürdürmesinin yarattığı kalite özensizliği, fiyat istikrarsızlığı ve haksız rekabetin önlemeliyiz.
4) Küresel gelişmeyi yaratan eğilimlerin etkisiyle 1980'lı yılların başlarında "mikro-ekonomik liberalizasyon reformlarını" ile 2000'lı yılların "makroekonomik stabilizasyonu reformlarını" daha ileri boyutlara taşımak için " uyum sağlayacak mikro reformları" ivedilikle gündemin ilk sıralarına taşımalıyız.
5) AB üyelik süreci ve küresel etkilerle hızlanan 'reform iştahındaki azalma" eğiliminin tersine çevirmeliyiz.
İnanç ve düşünce özgürlüğünün sınırları belirlenmeli. Kültürün, değerler sistemi ile araçları gibi iki bileşeni var. Geleneksel toplumlarda kültürün değerler sistemi ağırlıklıdır, "inanç sistemleri" bu ağırlığın temel bileşenini oluşturur. İnanç sistemleri, aile kurumunda bebekken başlayan bir süreçle neyin iyi, güzel, değerli ve anlamlı olduğu öğretilir.
Toplumların yaşadığı sorunlar, karşılaştığı olaylar, kullanılan kültür araçlarının - üretim araçlarından top tüfeğe kadar uzanan- zorlamaları çoğu zaman farkına varmadan, kimi zaman bilinçli olarak inanç sistemlerimizin de dönüşmesini sağlar.
İnsanlık tarihinde iktidarı elinde tutanlar, her zaman inanç sisteminin "değerlerini" iktidarlarını sürdürmek için kullanmıştır.Bugün de temsili demokrasilerde siyasette çoğunluğun oyunu alarak iktidar olabilme için inanç sisteminin değerlerinden yana görünme, onları sahiplenme, değerlere uygun yaşadığını kitlelere gösterme siyasetçinin başvurduğu yollardan biridir. İnanç sisteminin değerleri gibi, geleneklerden türeyen değerler de siyasetçinin kitle desteğini arkalarına alma araçlarıdır.
Bizim tarihimizde en masumundan en aşırısına kadar "doğuştan kazanılan değerler" başlığında tanımlanan ırk ve inanç-odaklı siyaset her zaman ön planda olmuştur. Meydan söylemlerinde "kutsal kitabı öperek söyleme başlayan" politikacılara tanıklık ettiğimiz gibi, sakalı, bıyığı, ibadet, kullandığı dil ile de inanç sisteminin değerlerini öne çıkaran siyasetçiler varlığını korumaktadır.
Ülkemizde, doğuştan kazanılan değerler odaklı siyasi söylem ve eylem, proje-odaklı siyaseti gölgede bırakmıştır. Demokratik yönetimlerin temel aracı olan "kitle desteğini" sağlamanın yolu " doğuştan kazanılan değer-odaklı" söylemin yarattığı algılar üzerine kurulunca, "proje-odaklı söylem ve eylemler" hep ikinci planda kalmıştır. En azından 1950 yılından bu yana yarattığımız sonuç, Güney Kore gibi ülkelerle karşılaştırıldığında, göğsümüzü gererek övünebilecek düzeyi yakalayamamıştır. Yaratılan sonuç, iş yapma metodumuzu gözden geçirmeyi gerektirmektedir. Siyasi söylemin doğuştan kazanılan ve inanç sisteminden beslenen söylemini; fayda ve maliyeti hesaplanmış, kaynağı belirlenmiş proje-odaklı söylem ve eyleme taşımamız gerekmektedir.
Doğuştan kazanılan değerler üzerine örgütlenen siyaset, toplumun değişim ve dönüşüm ihtiyaçları ile örtüştüğü zaman "kaldıraç etkisi" yaratabiliyor. Genel gözlemler, özellikle ekonomilerin sürekli büyüme dönemlerinde ve işlerin iyi gittiği zamanlarda ilerlemeyi yavaşlatıcı etkilerinin ağır bastığını göstermektedir. Ekonominin büyüme dönemlerinde, genel gelişmeler, iç dinamiklerin gerektiği gibi sorgulanmasını arka planlara itebilmektedir.
Doğuştan kazanılan değerlerin bir bölümü "kutsal kitapların mutlak değerlerinden", bir bölümü de geleneğin yerleşik inançlarından oluşur. Kültürün göreceliğini düşündüğümüzde, inançlara yapılan aşırı vurgunun, birleştirici etkileri yerine ayrıştırıcı yanları da öne çıkarabilir. Gündemsiz, belgesiz, hesapsız tartışmalar kolaylıkla günün gerçeğinden uzak algıların tuzağına yakalanabilir; toplumsal enerjinin boşa harcanmasına yol açabilir. Toplumsal enerjinin etkin kullanılmasının yollarından biri de, "inanç özgürlüğü" ile "düşünce özgürlüğünün" sınırlarının nerede kesiştiği, nerede ayrıştığı konusunda "ortak aklın" netleştirilmesidir. Eğer söz konusu sınırlar iyi belirlenmezse, bugüne kadar olduğu gibi, kavramların içeriklerini bilmeden, bağlamlarını düşünmeden, benzer düşünceleri ve fikirleri savunduğumuz halde, farklı şey söylüyormuş algısıyla kavga eden anlayışı sürdürsek, kendi geleceğimizi güven altına almada başarılı olamayız.
Günümüzde giderek öne çıkan bir ekonomik kurama göre, ülkelerin kalkınmasında yer altı ve yerüstü zenginlikleri ile tutarlı makroekonomik politikalar birincil öneme sahip değil…Asıl önemli olan " işleyen kurumların yaratılması ve etkin teşvikler mekanizması ile desteklenmesidir". Varsayımın gerçekliğine katılıyorsak, kurumların ilke, kural ve yasal çerçevelerini belirlerken, küresel rekabet-odaklı düşünceler ile inanç sistemleri arasındaki karşılıklı-bağımlılığı netleştirmeliyiz. Yaratılacak netlik, başta "girişimci enerji" olmak üzere toplumun insan, sermaye ve teknolojik kaynaklarını etkin ve verimli kullanmanın önünü açacaktır. İnanç ve düşünce özgürlüğü arasındaki karşılıklı-bağımlılık ilişkilerini muğlak bırakan toplumlar, net bilgi, etkin koordinasyon ve odaklanma konusunda zayıf düşmektedir.
Aklımızı hiçbir inanca, ideolojiye, yerleşik doğruya, ezbere, kalıp düşünceye ve kör inanca emanet etmeden düşünmeliyiz…
Doğuştan kazanılan değerlere dayalı kolaycı siyaseti dengelemek için proje-odaklı siyaseti nasıl öne çıkaracağımıza kafa yormalıyız.
Proje-odaklı siyaset öne çıktığında; dünya genelindeki eğilimlerin yarattığı fırsat ve tehlikeler üzerine daha çok çalışır, daha nesnel sonuçlara ulaşabiliriz. Kendi olanak ve kısıtlarımızı aşırı ve noksan değerlendirmenin tuzağını düşürmeden yolumuza devam edebiliriz. Potansiyelleri daha net belirleyebilir; erişebilir hedefleri daha net somutlaştırabiliriz.
Projeler bağlamında, hedeflere ulaşmanın fayda ve maliyetini daha net hesaplayabiliriz.
Elimizin menzili altındaki kaynakları daha etkin ve verimli kullanabiliriz. Dışarıdan daha uygun koşullarda kaynak temin edebilir; o kaynakları doğru yerde, doğru zamanda ve doğru işler üzerine yönlendirebiliriz. Etkin gözetim ve denetim mekanizmaları oluşturarak, geri-bildirimleri tam zamanında yapabilir; senaryolara dayalı alternatif tepki biçimlerini hayata taşıyabilir; israfı önler, verimlilikleri artırır, rekabet gücümüzü üst basamaklara taşıyabiliriz.
Kırsal inanç sistemi kentler için yeterli olur mu? Ülkemizin derin gündeminin bir başka boyutu " kırsal inanç sistem ile kentsel ihtiyacın uyumunun sağlanmasıdır".
Toplumumuz hızla kentleşiyor. Kırsal kesimde çalışan işgücü hızla azalırken, kentlerde ve özellikle de hizmet kesiminde çalışanların sayısı hızla artıyor. Kentleşme süreci, ataerkil aileyi parçalayarak, çekirdek aileyi öne çıkarıyor. Kentleşme, aynı zamanda kadın nüfusun iş yaşamına katılımını zorunlu hale getiriyor.
Kentlerde yaşam biçimi ve yaşam tarzları köklü biçimde değişiyor: İşle-insan, konutla-insan, eğlence-insan vb. bütün alanlarda kentsel yaşam, kırsal yaşamdan çok farklı ihtiyaçlar ortaya çıkıyor.
Kırsal kesimde bir araya gelmeleri, evlilik yapmaları çok kolay olmayan, topluluklarda her zaman varlığını koruyan "büyük gözaltı" nedeniyle evlilik yapamayan insanlar, kentsel yaşamda ikinci plana itilen o değerler sistemini aşarak evlenebiliyor… Dinsel inançların ibadet şekilleri farklılaşıyor. Örneğin, bir köyde kurban kesilirken uymanız gereken toplumsal kurallar ile kentte kurban kesilirken uyulması gereken kurallar arasında farklık gibi…
Bir yanda inanç sistemlerin insanların iç bütünlüğüne etkileri, öte yandan değişen gereksinimler yeni arayışlar, bireysel ve toplum bağlamında yeni boşluklar yaratabiliyor. Mekan değiştiren insanlar, yeni mekanlarında ister istemez eski değerlerinden daha farklı değerler sistemine ihtiyaç duyuyor.
Mekan değişmesinin, kentlerde toplanmamın yarattığı ihtiyaçlar değerler sistemini sorgulatması olağan bir süreç. Dünya genelinde olup bitenlere erişebilirlik artıkça birikim, beklenti ve davranışlarımız farklılaşıyor. Haberlere ve yorumlara erişebilirliğimiz arttığı gibi, yakın gelecekte insanların iletişimini engelleyen "dil sorunu" da çözülecek…Görme, işitme, duyma vb. duyularımızın sınırlarını alabildiğine genişleten, küresel ölçeklere ulaştıran teknoloji, yakın gelecekte başta dilleri konuşan insanları anında kendi dilimize çevrilebilme olanağını yakalayacağız.
Bir yanda kendi toplumumuz içinde kentleşme süreci ile birlikte önem kazanan yeni yaşam biçimi ve yaşam tarzlarının yarattığı ihtiyaçlarla yüzleşiyoruz, öte yanda yakın gelecekte, hiç duymadığımız, tanımadığımız, karşılaşmadığımız kültürlerle de tanışacağız. Söz konusu gelişme bireysel düzlemde, topluluk ve toplum bağlamında duyarlılıkları artıracaktır.
Hep birlikte gelecekte olacakları öngörüp, alternatif tepki stratejilerini geliştirirsek, geçiş sürecini daha düşük maliyetlerle atlatabiliriz.
Burada söylenmek isteneni bir "toplum mühendisliği" gibi değerlendirmeyelim. Hiç kuşku yok ki, her toplum kendi birikimi, bilinci, bakışı, buluşu, beklentisi ve üretebildiği bereketi ile kendi durumunu belirler. Unutulmaması gereken çok hızlı bir değişim ve dönüşüm süreci yaşanırken, inanç sistemleri ile ilgili "önderliğin" de önemli bir işlevinin olduğudur. Konuların ayrıntısını bilen ve dünya genelindeki eğilimlerin yarattığı fırsat ve tehlikeleri göz önünde bulunduranlar, yeni mekan, yeni yaşam biçimi ve yeni yaşam tarzlarına uyumu sağlamak için entelektüel önderlik yapmalıdır.
Yeni yaşam biçimleri ve yaşam tarzlarına göre toplumun inanç sistemlerinde bir boşluk yaratmamak için, entelektüel anlamda uyarıcı olma gündemi üzerinde yeterince tartışıyor muyuz? Çok daha net anlatımla, kırsal kesimde yaşadığımız inanç sisteminin değerleri ile insanları birbirine yaklaştıran ama, alabildiğine yarıştıran kentsel yaşam için yeterli olabilir mi?
"Temel amaç, maddi ve kültürel zenginlik yaratarak, insan yaşamını kolaylaştırmadır" ilkesine katılıyorsak, inanç ve düşünce özgürlüğünün bu amacı hayata taşımanın iki önemli etkeni olduğuna inanıyorsak, konuyu tartışma gündemine getirmeliyiz. Bu konuları eksik ve yanlış bilenlerin tartışması, geleceği inşa etme açısından sakıncalıdır. Yeterli bilgisi olanların tartışması ise "rehberlik" açısından önemlidir…
Ülkemizde inanç ve düşünce özgürlüğü ile inanç sistemlerinin yaşam biçimleri ve yaşam tarzlarına göre yapı, işlev ve kültürünü net biçimde tanımlayabilecek kadroların varlığından kuşku yok… Eksik olan bu kadroların görüşlerinin bugün gündemin ilk maddelerini oluşturan ekonomik gelişmeler, siyasi söylem ve spor etkinlikleri gibi yer almaması… Burada yapmak istediğimiz çağrı, konunun bilenler tarafından tartışılarak, eksik ve yanlış bilgiyle toplumsal enerjinin israf edilmesini önlemeliyiz çağrısıdır…
Diğer alt başlıkları bir sonraki yazıda tartışmayı deneyeceğiz
Yazara Ait Diğer Yazılar
Tüm Yazılar