Popülizm yuvasına geri döndü…
Geçtiğimiz haftaki seçimlerle beraber “popülizm” terimi çıktığı topraklara geri döndü desek yanlış söylemiş olmayız. Zira “popülizm” kelimesi ilk defa 1890’lı yıllarda, üstelik bir partiye adını da vererek, ABD’de ortaya çıkmıştı.
Halkın Partisi olarak da bilinen “Popülist Parti” ekonomik sistemin büyük iş çevreleri, bankalar ve demiryolu şirketleri lehine işlediğini düşünen çiftçiler ve işçiler arasında destek bulmuş, senatörlerin doğrudan halk tarafından seçilmesi, gelir vergisi uygulaması ve para reformu gibi politikaları savunarak reformist bir ana akım siyasi parti olmuştu.
Avrupa’da ise popülizm terimi genellikle milliyetçi hareketlerle ilişkilendirildi. 20. yüzyıl başlarında Avrupa’daki popülist hareketler yerel kimliklerin ve geleneklerin yabancı etkiler ve ekonomik elitlere karşı korunmasını talep etti. Kimi popülist liderler ekonomik liberalleşmeye karşı çıkarken kimisi de kültürel korumacılığı savunarak halkın desteğini kazandılar. Aynı bugün olduğu gibi!
İlk faktör ekonomik güvensizlik
Geçmişte dünyanın her yerinde popülizm, sanayi devrimi ve küreselleşmenin bir sonucu olarak çıktı. Bugün de küreselleşme ve yeni sanayi devriminden olumsuz etkilenenlerin zararları tanzim edilmediği için böyle bir tabloyla karşılaştık. Ama bu tabloda sosyal demokrat partilerin bu sürecin kaybedeni olan mavi yakalılara uzaklaşması da önemli rol oynadı.
Popülizm ile ilgili başucu kitaplarından biri ünlü ekonomist Barry Eichengreen tarafından kaleme alınan “The Populist Temptation”… Kitabı ilk 2018 yılında Trump’ın ilk döneminde okumuştum. Eichengreen’in analizleri eskisinden de geçerli. Üzücü olan ise sosyal demokrasiyi savunan partilerin bu kitabın bulgularından özellikle siyasi iletişim ve lider seçim süreci aşamasında gerekli dersi çıkarmamış olması.
Trump’ın ya da herhangi bir popülist liderin cazibesi nerden geliyor? İlk faktör ekonomik güvensizlik: Toplumun geniş bir kısmı, küreselleşme, otomasyon, düşük ücretler gibi haklı nedenlerle ekonomik bir kaygı duyduklarında ekonomik elitlerin yerine “halkı” önceliklendiren popülist liderlere yöneliyor. Trump’ın iki kampanyası da üretim tesislerini ABD’ye geri getirme, ticaret anlaşmalarını yeniden müzakere etme, kaçak göçmenlere sınırı kapatarak özellikle beyaz Amerikalıların işsizlik kaygılarını gidermeyi önceliklendiren ulusal bir ekonomik gündeme (yerli ve milli de diyebiliriz!) oturtuldu.
Ayrıca, Trump’ın kampanyası, göç ve çeşitlenen ulusal kimlikle ilgili kültürel kaygıları da kullandı. Toplumsal değişim, özellikle grupların kimliklerini tehdit altında hissettiklerinde karşı bir tepkiye yol açıyor. Trump’ın Amerikan kültürünü önceliklendirme söylemi, geleneksel değerlerin zayıflatıldığına inanan seçmenlere hitap etti. Demokratlar ise ABD standartlarında bile “uç” diyebileceğimiz haklar talep ettiler.
Trump, kampanyasında sık sık siyasi kurumlara güvensizlik üzerinde durdu. Geçmiş seçimde “bataklığı kurutun” sloganı, dağıtılması gereken yozlaşmış bir elit anlatısı ile bunun en iyi örneklerinden biri. İki seçimde de Washington’daki bürokrasinin sıradan vatandaşlardan kopuk olduğunu savunarak, klasik bir popülist taktikle mevcut düzenin itibarını sarsmaya çalıştı ve güvensiz seçmenler arasındaki sadakati artırdı. Bir başka deyişle, Şerif Mardin’in bu topraklar için geliştirdiği ünlü “core-periphery” yaklaşımındaki ana gerginlik noktasını ABD için çok etkili kullandı.
Bir başka önemli nokta da Trump’ın ilişkileri kurumsal bazda değil de kişisel olarak ele alması ve yürütmesi… Bu yaklaşımı sadece Trump’da değil bütün popülist liderlerin kampanya ve ülkeyi yönetme şeklinde görüyoruz.
Net olan bir şey var: Popülist liderler iktidarı merkezileştirerek, denetleme ve denge mekanizmalarını zayıflatarak demokratik kurumları zayıflatıyor. Bu liderler, kurumsal bütünlüğe kıyasla kişisel sadakati önceliklendirip zamanla demokratik normları aşındırabiliyor. Dünyanın her yerinde böyle! Dünyanın her yerinden Trump’ı ilk ve coşkuyla kutlayan dostlarına bakınca bu yaklaşımın küresel bir nitelik kazandığını görüyoruz.
Ekonomi için riskli döneme giriyoruz
İşin en ilginç yanlarından biri de seçimlerden üç hafta önce Nobel ekonomi ödülünü almaya hak kazanan Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un (AJE) çalışmalarıyla Trump’ın seçilmesinin arasındaki tezatlık.* AJE, çalışmalarında kurumların ekonomik zenginlik üzerindeki önemli etkisini gösterirken, dünyanın her alanda süper gücü ABD’nin kurumlara inanmayan birini başkan seçmesi tam da 21. yüzyıla yakışan bir tezat değil de nedir?
Son bir not da seçimlerde ve genel olarak hayatımızda sosyal medyanın gücü üzerine… Dünyanın en büyük ekonomisinin yönetimde artık bir sosyal medya platform sahibi ve teknoloji girişimcisi var. Zaten bu seçimlerin kesin bir kazananı varsa, o da teknoloji şirketleri… Talep ettikleri imtiyazlarla işgücü başta olmak üzere ekonominin tamamı için risk oluşturabilecekleri bir döneme giriyoruz. Elon Musk sahibi olduğu platformu her türlü manipülasyonu içerecek şekilde kullanmaktan çekinmiyor. Ülkemizdeki bazı Musk havarilerinin anlamadığı şeyse şu: Tekno-feodalite çağındayız ve acilen temel hak ve özgürlükleri gözetmesi koşuluyla bir sosyal medya düzenlemesine gitmemiz gerekiyor. Unutmayalım: Otomobil icat edildikten yaklaşık 100 sene sonra emniyet kemeri takılması zorunlu hale gelmişti. Sosyal medya alanında o 100 yıl çoktan geçti bile!
* Bu Nobel Ekonomi Ödülü meselesine de bir açıklık getirelim. Ödülün aslı “Alfred Nobel adına İsveç Merkez Bankası (Sveriges Riksbank) tarafından verilen ekonomi bilimi ödülü”. Alfred Nobel’in vasiyetinde ekonomi bilimi yer almamasına rağmen 1968 yılından beri ekonomi alanında da bu ödül veriliyor ve Nobel Ekonomi ödülü olarak adlandırılıyor. Şunu da belirtmeden geçmeyelim: 1668 yılında kurulan İsveç Merkez Bankası dünyanın aynı zamanda en eski merkez bankası.