Plansız ve düzensiz şehirleşmenin ülkemiz ekonomisine etki ve sonuçları
Beşir ACAR - Emekli Banka Yöneticisi
Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemiz nüfusunun yüzde 76’sı köylerde yüzde 24’ü şehirlerde yaşamaktaydı. Özellikle 1955 yılından itibaren başlayan şehirlere göç hareketi hızla artmıştır. Bu gün ülkemiz nüfusunun yüzde 92 si şehirlerde, yüzde 8’i köylerde oturur hale gelmiştir. Şehirlere göçün devam ettiği süreçte, 1999 büyük depremine kadar, herkesin başını sokacağı bir evi olsun mantığıyla plansız, düzensiz, gecekondulaşmayı teşvik eder bir anlayışla kalitesiz, standartlara uymayan, eksik inşaat malzemeleri kullanılarak bir yapılaşma meydana getirilmiş, 1999 depreminde bu yapılaşmanın çöktüğü ve devam ettirilemeyeceği görülmüştür. Bu tarihten sonra yapılaşmaya standartlar getirilmiş, kural ve nizamlara uygun bir hale getirilmiştir.
Ancak, yaklaşık kırk yıllık kaynaklarımız ve zamanımız, çürük yapılaşmayla toprağa gömülmüştür. Kırk yılda meydana getirilmiş bu düzensiz yapılaşmanın ıslah edilmesi için, kaynaklarımız belki bir yirmi yıl daha sürecek ‘Kentsel Dönüşüm’e harcanacaktır. Yaklaşık altmış yıldan beri ülkemiz kaynakları kalitesiz inşaatlara harcanırken, kentsel dönüşümle birlikte 2000 yılından itibaren, bu defa küçük, büyük şehir ayırımı olmadan, TOKİ katkısıyla şehirlerin belirli yerlerinde onlarca kat apartmanlar dikilerek, dikey yapılaşma başlatılmış, nüfusun yüzde doksan ikisi adeta şehirlere göçe teşvik ettirilerek, üretime katkısı olan küçük yerleşim yerleri, tarım ve hayvan üretimi olmayan sayfiye yerleri haline gelmiştir. Bu düzensiz kentleşmenin sonucu olarak, Dünya’da gıda ve hayvan üretiminde kendi kendine yetecek ender ülkelerden biri olan ülkemiz, yıllardan beri sebze-meyve, et vs. gıda maddeleri ithal eder bir ülke haline gelmiş ve bu ülke için gıda maddesi ithal etmenin sonucunun nereye varacağı görülememiştir. Son aylarda patates soğan kırmızı et vs. de meydana gelen durum yaklaşık altmış yıldır sürdürülen yanlış şehirleşme anlayışının bir sebebi ve sonucudur. Dünya ile yarışacak katma değerler üreten, ne teknolojik üretimimiz nede, petrol ve doğalgaz gibi doğal kaynaklarımız vardır. Bunlar olmadığına göre şehirlere toplanmış bu kadar insanın yaşamı, tarım ve hayvan üretimi olmadan nasıl sürdürülecektir. 1980’li yıllarda Hollanda’ya azda olsa sebze ve meyve ihraç eden bir ülkeydik. İhracat yaptığımız, yüzölçümü Konya ilimiz kadar, 17 milyon nüfusa sahip olan bu ülke, yaklaşık kırk yılda, Amerika’dan sonra dünyanın ikinci büyük tarım üreticisi ve ihracatçısı bir ülke olmuştur. Hayvancılık alanında benzer bir gelişmede İngiltere’de yaşanmıştır. İngiltere’de 1998 yılında ülke çapında, bir deli dana hastalığı oldu, hayvanların yüzde doksanı itlaf edildi. Et ihracatçısı olan bir ülke, bir anda et ithal eder duruma geldi. Dört yıl sonra bir İngiliz gazetesinde, İngiltere’de hayvan üretiminin 1998 yılındaki sayıyı ve miktarı geçtiğiyle ilgili bir haber okudum. Haberde fazla bir açıklama olmadığı için, bir İngiliz arkadaşıma bu iş nasıl oldu diye sordum, öğrenir söylerim dedi. Bir hafta sonra, devlet üreticilere hayvan başına peşin destek vermiş, getir yetiştirdiğin hayvanı al parayı şeklinde bir uygulamayla üretime destek ve teşvik vererek üretim artırılmıştır. Ülkemizde maalesef yıllardır hayvan teşviki üreticiye, al parayı, getir hayvanı mantığıyla verilmekte, para verilmekte fakat hayvan gelmemektedir. Sonuçta bugün et ithal eden bir ülkeyiz.
Uzun yıllar yaşadığım İngiltere’den örnekler vererek şehirleşme konusunu analiz etmeye devam edelim. İngiltere’de 1900’lü yılların başında yapılmış bahçeli nizam bungalow veya, birazda iklim koşulları dikkate alınarak sıra, sıra kutu gibi dizilmiş bitişik nizam, iki katlı, insan göz ve ruhuna hitap eden evler yapılmıştır. Bu yapılar yıllardan beri aynı şekilde dış cephelerden hiçbir değişime uğramadan bugüne kadar gelmiş belki bir yüz yıl daha sağlam bir şekilde kullanılmaya devam edilecektir. İngiltere’de ulaşım sistemi, geliştirilen Demiryolu bağlantılarıyla şehir dışında yerleşimi geliştirmiş, şehirlere göçü önlemiştir. Londra’nın City diye adlandırılan finans merkezinde, günde 600 bin insan çalışmakta ve ülkede servis taşımacılığı uygulaması olmadığı için bu çalışanlar çevre il ve ilçelerden tren ve metrolarla işlerine gelip gitmektedirler. Yıllar önce, müşterimiz bir İngiliz şirketinin CEO’suna bir toplantıda, ulaşımda makam aracını niçin kullanmadığını merak edip sormuştum, Londra’ya 150 kilometre mesafede, atları, traktörü vs. olan 5 dönüm büyüklüğünde, bahçeli, Londra’daki değeri 5 milyon pound olan, 300 bin pounda aldığı güzel bir köy evinde oturduğunu, sabahları trenle gazetesini okuyarak City’ye bir saat on dakikada geldiğini, akşamda aynı şekilde evine döndüğünü, bu nedenle günde en az beş saat sürecek araç ulaşımını kullanmadığını anlatmıştı. Müşterimizin bu örneği İngiltere’deki şehirleşme ve kırsal yerleşimi bir cümleyle izah etmektedir. Başkent Londra’da o kadar konut açığı olmasına rağmen, şehrin merkezi yerleşim alanlarının bir kısmının dışında yapılaşmaya izin verilmemektedir. Düzenli yapılaşma sadece İngiltere’ye mahsus bir olgu değil, diğer tüm Avrupa ülkeleri, ülkemizdeki gibi gelişi güzel yapılaşmaya izin vermemiş çevre yapısına zarar vermeyen, bağımsız yerleşim alanları ihdas ederek şehirlere düzensiz göçü önlemişlerdir.
Ülkemizdeki plansız yapılaşma ve plansız şehirleşme bu haliyle sürdürülemez. Şehirlere toplanmış yüzde doksan iki nüfusa gıda ithal edilerek beslenme sağlanamaz. Beton yığını şehirlerde toprak yüzü görmeyen, neredeyse her çeşidi doğal olarak üretilmeyen gıdalarla beslenen, teknolojinin esiri olarak yaşayan toplumun sağlıklı bir geleceği olamaz, gene şehirlere sığdırılmış insanlara Sağlık ve Sosyal hizmetler gereği gibi verilemez. Ülkemiz bir Hollanda gibi et ve tarım ürünleri üreticisi ve ihracatçısı olmak zorundadır. Ülke topraklarının yüzde doksanı devletindir. TOKİ şehirlerde yapılaşma yerine tersine göçü sağlayacak kırsal alanlarda tarım ve hayvancılık yapılabilecek yerleşim yerleri ihdas etmeli. Bu yerleşim yerlerinden insanlar İngiltere’de olduğu gibi en az 150 kilometre mesafeden, sabah şehirdeki işlerine gelip akşam dönecek bir ulaşım sistemi geliştirilmelidir. Zaten böyle bir altyapının neredeyse yarısı mevcuttur. Ülkemizdeki bugünkü şehirleşme yapısı tıkanmıştır. Gezip gördüğüm hiçbir Avrupa ülkesinde ülkemizdeki gibi dikey yapılaşma ve yöresine inşa edilmiş AVM’ler yoktur. İstanbul’da çeyrek yüz yıl önce yapılaşmaya başlanan Beylikdüzü gibi, bir kaç yıldır Kadıköy’ün merkezinde yaklaşık 2000 dönüm gibi bir alana sahip Fikirtepe vs. bölgelerinde kapasitesinin üstünde oluşturulan devasa dikey yapılaşma İstanbul’u hareket edemez hale getirmiştir. Çevrenin tabii dengesini bozan bu yapılaşmaların ilahi bir intikamı olacaktır. Yazımızı Mevlana'ya atfedilmiş bir sözle bitirmek istiyorum. “Beşer Zülmeder, Kader Adalet eder”.