Petrolden bakıra doğru şekillenen yeni jeopolitik –II
İlk makalemde “Küreselleşmenin güç kaybettiği, yeni birçok kutuplu dünyanın kapısı açılıyor ve bu düzende yeşil emtia kaynaklarını akılcı bir biçimde kullanabilen ülkeler başat rol oynayacak.” İfadesiyle çok kutupluluğa dem vurmuştum.
Aslında bunun temelleri Çin’in BKBY(Bir Kuşak Bir Yol ya da İng. OBOR) projesinde atılmıştır diyebiliriz. Çin, 2013 yılında başlayan bu projesi kapsamındaki uluslararası altyapı yatırım programıyla tam 148 ülkede ilgi görerek, toplamda 1 trilyon doları aşkın yatırım gerçekleştirdi. Bu durum haliyle Çin’e bir tür diplomatik avantaj da sağlayarak, jeoekonomik güç olmasını beraberinde getirdi!
Diğer taraftan bazı ülkelerdeki başarısız yatırım hamleleri Çin’e yönelik küresel algıda bir takım sorunlara da yol açtı. Özellikle Sri Lanka ve Laos gibi ülkelerde yaşanan başarısız ve borç yükünü ağırlaştıran yatırımlar, BKBY projesinin imajına zarar veren vakalar olarak halen servis edilmektedir. AidData verilerine göre gelişmekte olan ülkelerdeki borçluların Çin'e faiz hariç ödenmemiş toplam anapara borcunun en az 1,1 trilyon dolar olduğu tahmin ediliyor.
Yazının ana temasını oluşturan emtialar ise son verilere göre Çin’in dönüşüm odaklı yeni bir küresel güç olma hamlesini ortaya koyuyor: Yeni veriler, Çin'in dünyanın en büyük elektrikli araç, pil, güneş paneli ve rüzgar türbini üreticisi konumunu güçlendirmek için denizaşırı metal ve madencilik yatırımlarında adeta rekora koştuğunu gösteriyor.
Ülke, 2023’ün ilk yarısında madencilik ve metal sektörüne yönelik sözleşme tutarını 10 milyar doların üstüne çıkartmış ki sadece 6 ayı içeren bu rakam 2022 yılı toplamından fazla. Çin'in Afrika, Asya ve Güney Amerika'daki yatırımları arasında nikel, lityum ve bakır projelerinin yanı sıra uranyum, demir -çelik de yer alıyor.
Elbette ki bu durum da Batı tarafından oldukça sert yaptırımlarla baltalanmaya çalışılıyor. Aynı zamanda ABD’de enflasyonu düşürme ve çip yasalarıyla verilen yüksek sübvansiyonlarla dönüşüm, üretimin millileşmesi sonucunu doğurarak, bölünmeleri ortaya çıkarıyor.
Çinli BYD firmasının Tesla’yı bile ardında bırakacak denli başarı kazanmasının arkasında; madenler, piller ve bilgisayar çipleri de dahil olmak üzere tümden bir tedarik zincirini kontrol etmesi var. Geçtiğimiz hafta FT’da yer alan bir haberde; BYD'nin merkezi Kanada’da ancak yeraltı kaynakları Brezilya’da bulunan 2,9 milyar dolar değerindeki Sigma Lithium firmasına ortak olma veya satın alma konusunda görüşmeler yaptığı bilgisi yer alıyor. Şirket, Asya dışındaki ilk elektrikli otomobil fabrikasını da Brezilya'da inşa ediyor.
Tüm bunlar çok kutupluluğun önemli bir angajmanının yeşil dönüşüm etrafında şekillendiğine işaret ediyor. Ülkemiz madenciliği açısından değerlendirdiğimizde ise çevre ya da maden arasında sanki bir tercih yapılması gerekiyormuş algısının toplumsal hafızamıza yer etmiş olduğunu görmekteyiz. Elbette ki bunun temelinde bugüne kadar çevreyi acımasızca tahrip eden uygulamaların ve iş kazalarının yattığı bir gerçektir.
Diğer taraftan Türkiye’nin en önemli ve kronikleşmiş sorunlarından biri olan cari açığın, büyük ölçüde altın ve fosil enerji ithalatından kaynaklanan dış ticaret açığından geldiği ve IEA’nın raporuna göre dönüşümde kullanılan metal talebinin 2040’a kadar 6 kat artış kaydedeceği düşünüldüğünde ileride de enerji hammadde ithalatçısı olmamak adına stratejik bir planlama yapmaya ihtiyacımız var. Burada su kullanımını en aza indirecek biçimde tasarlanmış modern sondaj tekniklerine ve oluşacak kimyasal atıkların çevreye zarar vermeyecek bir biçimde bertaraf edilmesine ihtiyaç duyulduğu bir gerçek.
Bu tarz yatırımların yüksek finansman gerektirdiği ve fakat gelecekteki temiz enerji yatırımlarına sağlayacağı mali katkı bakımından ise ekonomiye önemli bir girdi sağlayacağı aşikardır. Bunların dışında yabancı ülkelerle yapılan anlaşmaların özellikle maden arama yetkisi kapsamında dikkatle değerlendirilmesi (uydu teknolojileri, Türk Maden Kanunu 6.maddesi) stratejik bir konu olduğundan önemlidir.