Para verme, akıl ver…
Son bir aydır yazdıklarımı iki cümle ile özetlemek gerekirse; enflasyon, işsizlik ve cari açığı aynı anda düşürmenin tek yolu verimlilik artışlarından geçiyor. Kamuda ve özel sektörde verimlilik artışını merkeze koymayan bir istikrar programı da ancak kısa dönemli ve yüksek bir toplumsal maliyetle başarıya ulaşıyor.
O zaman temel soru şu: Verimlilik nasıl artar? Ya da başka türlü soralım. Gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki verimlilik farklarının sebepleri nedir? En önemli sebeplerden biri teknolojik gelişmelere uyum sağlama kapasitesi… Dünyaca ünlü ekonomi profesörlerinden David Weil’in bir çalışmasına göre gelişmekte olan ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki verimlilik farklarının yüzde 80’i teknolojiye uyum sağlama başarısıyla açıklanabiliyor.
Teknolojiye uyum sağlamada bir uçurum var
Peki biz ne durumdayız? İlk önce bilişim teknolojilerini baz alarak Türkiye’deki işletmelerin teknolojiye uyum seviyesine bakalım. Eurostat verileri kullanarak yaptığımız analizler çok iç açıcı değil. İlk dikkatimizi çeken, Türkiye’de KOBİ’ler ve büyük şirketler arasında teknolojiye uyum sağlamada bir uçurum var. Gelişmiş ülkelerde bu kadar büyük bir farkı görmüyoruz. Bütün teknolojilerde Türkiye’deki KOBİ’lerin Avro bölgesinin ortalamasının çok altında olduğunu görüyoruz. Tek bir istisna var: e-fatura! Onun da sebebi belli zaten.
Bunun dışında bulut bilişim, yapay zeka, nesnelerin interneti gibi alanlarda Türkiye’deki büyük ölçekli işletmelerin bile Euro bölgesindeki maksimum değerlerin çok altında kaldığını görüyoruz. Yine de temel problemi KOBİ’lerin teknolojiye uyum sağlayamaması olarak gösterebiliriz. Peki ne yapmalı? Bunu bir anekdotla anlatmak istiyorum. Siyasete girmeden önce Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı bünyesinde TÜBİTAK ve KOSGEB’in verdiği desteklerin etkisini ölçen bir etki analizi projesi yürütüyordum.
Bir başka yazının konusu ama bugün kamu kaynaklarını etkili kullanamıyorsak bunun en önemli sebeplerinden biri kamuda “etki analizi” kapasitesinin bir türlü gelişememesidir.* Yüzlerce şirketle yaptığımız görüşmelerde çıkan ortak sonuç şuydu: Şirketlerin önemli bir kısmı hangi teknolojinin kendi üretim süreci için gerekli olduğunu kestiremiyordu. Kendi kaynaklarıyla ya da kamu teşvikleriyle hangi teknolojiyi kullanmaları konusunda emin değillerdi.
Görüştüğümüz başarılı şirketler de parasal teşvikten daha ziyade teknoloji danışmanlığı konusuna vurgu yapıyorlardı. Kısaca “para verme, akıl ver” diyorlardı! İşte tam da bugün sanayi ve teknoloji politikasında geliştirmemiz gereken alan budur. KOBİ’lere teknoloji alanında danışmanlık verecek, onları ihtiyacı olan teknolojilere yöneltip uyum sağlamalarını kolaylaştıracak, üretim bandındaki problemleri çözecek bir mekanizmaya ihtiyacımız var.
Kaynak ayıramıyorlar
Böyle bir mekanizmanın ya da kurumsal yapının yurtdışında çok başarılı örnekleri var. Örneğin Almanya’daki Fraunhofer Vakfı. Bu vakfın bünyesindeki 76 enstitü ve araştırma birimi, Türkiye’nin de büyük eksikliğini çektiği uygulamalı araştırma alanında faaliyet gösterip Almanya’yı geleceğin teknolojilerine hazırlamakla kalmıyor, aynı zamanda şirketlere teknoloji alanında danışmanlık yapıp yol gösteriyor.
Vakfın bünyesinde kendisini üniversiteyle sınırlandırmayıp şirketlere danışmanlık yapmak isteyen akademisyenler de var, iş hayatındaki tecrübelerini aktarmak isteyen, başarılı bulduğu şirketlere yatırım yapmak isteyen deneyimli profesyoneller de…
Bugün tam da böyle bir yapıyı, tercihen Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın da destekleriyle Türkiye’ye kazandırmamız gerektiğini düşünüyorum. Teknolojiye uyum sağlamada bir başka problem de şirketlerin çalışanlarına ICT (bilgi ve iletişim teknolojileri) alanında yeterli eğitim vermemesi. Yükseköğrenim kurumlarının bu alandaki yetersizliklerini zaten hepimiz biliyoruz. İşletmeler de çalışanlarının bu açıklarını kapatmak için yeterli kaynak ayır(a)mıyorlar.
Eurostat verilerine göre Türkiye, işletmelerin çalışanların ICT becerilerini geliştirmek için eğitime en az kaynak ayırdığı dört ülke arasında. Bu da işgücü verimliliğini ve de ücretleri olumsuz etkiliyor. Ülkedeki maaşların asgari ücrete yakınsamasının, beyaz yakalılarla mavi ve gri yakalılar arasındaki ücret farkının azalmasının bir sebebi de bu.
Mesleki eğitimde reform şart
Peki bu alanda ne yapılabilir? Yükseköğrenimde ve mesleki eğitimde bir revizyona gidilmesi şart ama şirketlere çalışanlarının ICT becerilerini kazandırması için daha etkili eğitim teşvikleri de sunulabilir. Teknik detaylara girmek istemiyorum ama eğitim pozitif dışsallık (externality) içerdiği için özel sektörün kendi kendine bırakıldığında yapmayacağı eğitim yatırımını kamu destekleriyle yapmasının önünü açacak bir teşvik sistemine ihtiyaç var.
Bu konuyla bağlantılı iki önemli noktaya dikkat çekmek istiyorum. İlk olarak, ICT alanı başta olmak üzere mesleki eğitimde bir reform şart. Neredeyse her yer de bir mesleki eğitim kursu gözünüze çarpıyor ama bu eğitimlerin faydası gün geçtikçe daha fazla sorgulanıyor. Memnuniyet anketleri ve az sayıdaki etki analizi mesleki eğitim alanında bir reformun şart olduğunu söylüyor. İkincisi, yukarıda verdiğim örneklerden yola çıkarak, sanayi politikasının kapsamını korumacı tedbirlerle, geleneksel kamu kurumlarıyla ve alışılagelmiş teşviklerle sınırlayan bir anlayışı terk etmemiz gerekiyor.
Sanayi politikası uzun bir süre önce kaybettiği popülerliğini ekonomi literatüründe ve başarılı ülke örnekleriyle yeniden kazanıyor. Bunu da ezber bozarak, yeni politikalar geliştirerek ve uygulayarak yapıyor. Maalesef ilk üç sanayi devriminin kazananları arasında olamadık. Gündelik sorunlardan kafamızı kaldırmayıp ezberleri bozmazsak bu dönemin de kazananı olamayacağımız açık.
* Galile’nin yüzyıllar önce dediği gibi: Measure what is measurable. If it is not, make it measurable.
Çevirisi: Ölçülebileni ölç. Ölçülemezse de ölçülebilir yap…