Para politikasının işi zorlaşıyor
Reel kur endeksi nisan ayında 121.1 düzeyine ulaştı. Böylelikle, Merkez Bankası'nın üzerine çıkması halinde müdahale edeceğini belirttiği 120 üst sınırını aştı. Ancak bu eşiğin aşılacağı Merkez Bankası'nın nisan ayındaki son Para Politikası Kurulu toplantısından önce belliydi. Zaten kararın nedenlerinin açıklandığı metinde, Merkez Bankası Türkiye'ye yönelen sermaye akımlarındaki artışa vurgu yapıyor. Japonya Merkez Bankası'nın parasal genişleme kararının bu akımları güçlendireceğini de belirtiyor. Artan sermaye akımlarının iki istenmeyen sonucuna dikkat çekiyor: Liranın reel olarak değerlenmesi ve kredi genişlemesi. Hatırlarsanız son toplantıda, hem politika faizi hem de politika faizinin içinde kaldığı faiz koridoru aşağıya çekilmişti.
Yurtdışı finansal piyasalar karışmazsa, Merkez Bankası'nın beklentisi doğru bir beklenti. Önümüzdeki dönemde, risk alma iştahı daha da artacak ve bizim gibi ülkelere gelen sermaye (dış kaynak) miktarı artacak. Dikkat ederseniz, faiz oranlarındaki düşüşe karşın, yarısı euro yarısı da dolardan oluşan döviz sepetinin lira karşısındaki değeri nerdeyse değişmedi. Bu olgu, para politikası uygulamasını çetrefilli kılıyor. Zira nominal kurun şu andaki seviyede kalması, mayıs ayında enflasyon eksi bir değer almazsa, liranın reel olarak değerlenmesi anlamına gelecek. Reel kurun 121'i de aşması mümkün bu durumda. Bu çerçevede bakıldığında faiz koridorunda ve politika faizinde sınırlı bir indirim daha gündeme gelebilir.
Oysa enflasyonun mevcut düzeyi dikkate alındığında böyle bir indirim sorun yaratmaya aday. Zira şu andaki faiz düzeyinde bile, enflasyon faizden daha yüksek. Bu çerçevede bakıldığında yeni bir faiz indirimi mümkün görünmüyor. Kaldı ki kredi artış oranı, daha önceden bir hedefmişçesine sıkça telaffuz edilen yüzde 15 üst sınırının çok üzerinde seyrediyor. Faiz indiriminin kredi talebini azaltmayacağı ve dolayısıyla kredi artış oranını düşürecek bir gelişme olmayacağı sanırım yeteri kadar açık.
Elbette Merkez Bankası'nın ne yapacağını bilemem. Amacım, çok amaçlı olmanın, giderek artan ölçüde para politikası uygulamasını zorlaştırdığına dikkat çekmek. Enflasyonun altında bir tahvil ve mevduat faizi, şüphesiz borçlananlar açısından oldukça 'sevimli' bir gelişme. Borç verenler, farklı bir ifadeyle tasarruf yapanlar açısından ise, bunun hoş bir gelişme olmadığı açık. Hele tasarruf sahibinin başka alternatif tasarruf alanları fazla değilse.
2010'un sonlarından itibaren en çok ürktüğümüz gelişmelerin başında cari işlemler açığının rekor düzeye çıkması geliyordu. Cari işlemler açığı, yurtiçi yatırımlar ile yurtiçi tasarruflar arasındaki farka eşit. Yatırım düzeyini düşürmüyorsak, ne kadar az tasarruf yapıyorsak o kadar çok cari açık veriyoruz. Yurtiçi tasarruf oranımızın gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYH) oranı, 1990-1999 döneminde ortalama yüzde 21.6 düzeyindeydi. 2010-2012 ortalaması ise yüzde 13.5 oldu. Baş aşağıya giden bir tasarruf oranımız var. Tasarruf oranımız sadece azalmıyor; uluslararası karşılaştırmalar yapıldığında da iç açıcı değil. 2012'de bizim tasarruf oranımız yüzde 14.3 düzeyindeyken, Rusya'nınki yüzde 27, Kore'ninki yüzde 31, Hindistan'ınki ise yüzde 32 idi. Latin Amerika ülkeleri de genellikle düşük tasarruf oranından muzdariplerdir. Oysa Brezilya'nın 2012'deki tasarruf oranı (bile) bizden belirgin biçimde yüksek: Yüzde 17.6.
Düşük tasarruf oranı Orta Vadeli Program'da dile getirilen en önemli sorunlarımızdan birisi. Açık ki, ekonomi yönetimi bu önemli kırılganlığın farkında ve çözüm üretmeye çalışıyor. Ne var ki, enflasyon ve kredi artışı dikkate alındığında, faizlerdeki gidişatın çözüm çabaları ile uyumlu olduğunu belirtmek çok zor.