Para politikası yön ararken...
Bugünden itibaren bu köşede sizlerle birlikte elden geldikçe piyasaların fiyatlama eğilimlerine ve ekonomik gelişmelere dair olabildiğince klasik yaklaşımların dışına çıkarak sohbet etmeye çalışacağım. Aslında yazıların başlangıcı neredeyse 6 ay öncesinde olacaktı ancak biraz benim kendi yoğunluğumdan, biraz da memleket hallerinden olsa gerek 2017 yılına dek süreç uzayıp gitti.
İlk yazıyı cümlelere dökme zamanlaması tam da herkesin Merkez Bankası politikalarına ve dolar ne olur sorularını sorduğu döneme denk geldi. Herkesin aynı sohbeti etmesinden bir hayli muzdarip olma durumu yaşayan en belirgin meslekler nelerdir sorularına verilecek ilk iki yanıt ekonomistlik ve futbol hakemliği olsa gerek. Madem öyle gelin birlikte yanıtların hakkını vermeye çalışalım.
Hepimiz Merkez Bankası’nı konuşuyoruz. Bir yerlerde, ayaküstü sohbetlerde, takside, otobüste, kısacası fırsatımız olduğu her vakitte para politikasına dair sohbet eder bir hal aldık. Para politikasına dair stratejiler, olası adımların neler olması gerektiği, atılan adımların eleştirileri sıklıkla dile getiriliyor. Tam da bu ortamda Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası son dönemlerin en kritik Para Politikası Kurulu toplantılarından birisini gerçekleştirmeye hazırlanıyor.
Bir süredir Türk lirası cinsinden fiyatlanan varlıkların değerlemesinde problem yaşıyoruz. Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın kendi hikayesinden karşılaştığımız sorunlar, yurtiçinde tartıştığımız iç politika başlıkları, Mayıs 2013 tarihinden bu yana dünyanın problemi haline gelen Fed’in bir sonraki olası adımının ne olacağı konusu gibi başlıklardan kaynaklı yerel varlıkların fiyatlanmasında stres söz konusu. 2013’ün ortasından bu yana TL değer kaybediyor. Açılımında bizimle aynı kategoride yer alan “gelişmekte olan ülkeler” grubunun para birimlerinde yabancı para birimlerine karşı değer kayıplarının olması durumu ilk defa gözlenen bir şey değil. Ayrıca rekabet açısından ülke para birimlerinin belirli seviyelerde kontrollü olmak kaydıyla değer de kaybetmesi gerekiyor. Peki problem ne? Problem, değer kaybında kontrolün elden kaçmaya başladığı safhada başlıyor. Oynaklığın arttığı, gelecek dönem beklentilerinin bozulmaya başladığı ve ülke para birimine duyulan güvenin azalmaya başladığı durumda ulusal para politikasının da sıklıkla tartışıldığı bir resim karşımıza çıkıyor. Bugünlerde tam olarak da bu tarz bir dönemden geçiyoruz.
Geride bıraktığımız yılı düşünelim. Normal bir ülkenin neredeyse tüm modern tarihi boyunca karşılaşabileceği, belki de karşılaşmasının çok güç olduğu stres durumları ile başa çıkmak zorunda kaldık. Gerilimin arttığı, güvenin kaybolmaya başladığı ortamda da yerel varlıkların değerlemelerinde azalışlar gözlenmeye başlandı. Sürecin devamında ise Türk lirası ciddi anlamda değer kaybı yaşadı. Bugün, karşımızdaki kişi ile konuştuğumuz neredeyse her sohbetin bir yerinde konu dönüp dolaşıp TL’nin değerine geliyor. Böyle bir ortamda da Merkez Bankası’nın nasıl bir para politikası izlemesi gerektiği şeklinde fikir rüzgarları sağlı sollu esmeye başlıyor.
TCMB’nin bir önceki başkanı Sayın Başçı döneminde görevin devrinden hemen önce para politikasında sadeleşme adımı atıldı. Yeni başka Sayın Çetinkaya döneminde de bu konu başlığı korundu, politikalar ona göre şekillendirildi. Toplamda 7 toplantı sonucunda 250bp faiz indirimine gidildi, eskiye nazaran faiz koridoru uygulamasında daralma gözlendi. Kasım 2016’dan bu yana ise politikalarda piyasa koşullarının getirdiği zorluklar çerçevesinde yeniden dizayn etme durumu söz konusu. 2016’da gerçekleşen ilk faiz artırımının ardından şu an beklentiler 24 Ocak öncesinde bir kez daha faiz artışı etrafında şekillenmekte.
TL’deki değer kaybının bu kadar popüler olmasının en önemli nedenlerinden birisi hiç kuşkusuz meslek içerisinde yer alanların da kestirebileceği üzere fiyat istikrarı, yani enflasyon. Zaman içerisinde ithal edilen malların maliyetinde gözlenebilecek artışlar, tüketici davranışlarının seyri, beklentiler ve ekonomik çevrimdeki olası yavaşlama ihtimali nedeniyle para politikasının özellikle de enflasyon hedeflemesi yapan ülkelerde bu odakta şekillendirilmesi gerekiyor. Bunun da yolu çoğunlukla doğrudan olan müdahalelerden kaçınarak ancak stabilizasyonun bozulduğu dönemlerde bir şekilde devreye girerek kur seviyelerinde istikrarlı fiyatlama koşullarını sağlamaktan geçiyor. Geçtiğimiz haftadan bu yana TCMB de tam olarak bunu yapmaya çalışıyor. TL’nin açığa satış eğilimindeki hızlanma ve beklentilerin giderek bozulmaya başlaması ile birlikte banka yönetiminden bir takım önlemler peşi sıra açıklanmaya başlandı.
Bir süredir benim de sıklıkla dile getirdiğim, eski başkan Erdem Başçı döneminde önem atfedilerek tercih edilen likidite önlemlerine bir kez daha ancak farklı yollarla başvuruldu. Bu kapsamda bankaların sistem içerisindeki fonlama kompozisyonları değiştirilirken, TL borçlanmanın maliyetinde de artışa gidildi. Süreç, TL karşılığında döviz verilmesi suretiyle depo ihaleleri ile de desteklendi. Bu noktada şu hususun altını iyice çizmek gerekiyor; TCMB’nin atmayı tercih attığı adımları önemsiyorum. Bu düşünceme gerekçe olarak da piyasa işlemcilerinin çoğunluğunda oluşan “Merkez Bankası gidişattan rahatsız değil” fikrinin, yani algının değiştirilme çabasını belirtmek isterim. Herhalde bahsettiğim düşünceye sahip kesim 1 hafta öncesine göre bir miktar değişiklik göstermiştir.
PPK toplantısı öncesinde atılmaya çalışılan adımları tek başına “oyun değiştirici” nitelikte görmek büyük hata olur. Sürecin kapsamlı bir paket halinde değerlendirilmesi ve Merkez Bankası’nın tek başına resmi dizayn etme imkanının olmadığını da unutmamak gerek. Madem fiyatlamalar açısından belirsizlik dönemi içerisinden geçiyoruz, o halde faiz koridorunun da genişletilmesini beklemeliyiz. Bu kapsamda faiz koridorunun üst bandına dair oluşum düşüncem %9 seviyelerinin üzerinde bulunuyor. Ancak şu an için çift hanede değilim. Daha önce kullanımına zorda kalan bankaların tercihi dışında alışık olmadığımız Geç Likidite Penceresi (GLP) ise belli ki yeni dönem içerisinde sıklıkla kullanılacak. O halde bu kanala dair maliyet beklentimizin de mevcudun üzerinde olması gayet doğal; mesela %11. Kullanılacak dil, verilecek mesajlar ve gerektiğinde adım atmaktan imtina edilmeyeceği duruşu ile birlikte TL’de rüzgarı tersten esmeye devam etmesine engel olabiliriz. Üstelik bu kez, politika faiz oranlarında yapılacak yukarı yönlü ayarlamanın etkisini sağlanacak güven duygusuna paralel uzun vadeli tahvil faizlerinde aşağı yönlü hareketlilik ile izleyebiliriz. Rüzgarı yeniden arkamıza almak ise maalesef hemen olacak kolaylıkta ve tek başımıza sağlayabileceğimiz bir husus değil.