Para politikaları yetersiz kalıyor
Gelişmiş ülkeler 2008 krizinden beri ısrarlı bir şekilde genişleyici para politikaları denemelerine rağmen ekonomilerinde istenilen kalıcı canlanmayı sağlamaktan hâlâ oldukça uzaktalar. Son büyüme rakamlarına baktığımızda, 1. çeyrekte bir önceki çeyreğe göre ABD'nin %0.46, AB'nin ise %0 büyüdüğünü görüyoruz. Tüm seneye ilişkin tahminler de giderek bozulmakta. Son durumda, bu sene ABD'nin %2.1 büyümesi, AB'nin ise %0.4 küçülmesi bekleniyor.
Krizin başlarında bütçe açıklarının "otomatik dengeleyici" olarak adlandırılan bir işlevi yerine getirdiğini gördük. OECD toplamında 2007 senesinde sadece %1.3 olan bütçe açıkları 2009'da istem-dışı bir şekilde %8.1'e yükselmişti. ABD, İngiltere ve Japonya'da halen yüksek açıklar devam ediyor. Bu ülkelerin 2012'de açıklarının %8.5 civarında olması beklenmekte. Ancak, yürürlükteki yasalarda değişiklik yapılmaması durumunda yıl sonunda ABD'de vergi artışları ve kamu harcamasında kısıntıların devreye girmesi söz konusu. (Bu durum "mali uçurum" olarak adlandırılmakta.) Bu senenin seçim senesi olması ve Cumhuriyetçilerin bütçe açıklarına karşı çıkması nedeniyle, ABD'nin maliye politikasında bir sıkılaşma meydana gelme ihtimali oldukça yüksek. Euro bölgesinde ise, piyasaların gittikçe artan yüksek kamu borçluluğu endişeleri ve Almanya'nın bu yöndeki baskısı nedeniyle maliye politikalarının bilinçli olarak sıkılaştırıldığını görüyoruz. 2009'da %6.4 olan Euro Bölgesi ülkelerinin bütçe açıklarının bu sene %3'e gerilemesi bekleniyor. (Son Euro bölgesi toplantısında kabul edilen € 120 milyarlık canlandırma paketi ise çok cüzi bir miktar.)
Neticede maliye politikalarının genişletici yönde kullanılamaması ABD ve AB'de bütün yükün merkez bankalarının omuzlarında kalmasına yol açmakta. FED ve AMB de zaten uzun zamandan beri her türlü genişletici para politikası yöntemini devreye sokuyorlar. Bugüne kadar uygulanan politikaları 1- politika faizlerini düşürmek, 2- politika faizlerinin uzun süre düşük kalacağının güvencesini vermek, 3 - kısa vadeli varlık ihraç edip uzun vadeli varlık satın almak yoluyla uzun vadeli faizleri düşük tutmak, 4- finansal kuruluşların likidite imkanlarını miktar ve vade olarak artırmak, olarak özetleyebiliriz.
Ancak bu politikaların istenen sonuçları verdiğini söylemek çok zor. Faizlerin düşürülmesi şirketlerin borçlanma maliyetlerini azaltarak kârlarını korumalarını ve borsaların kriz öncesi seviyelerine kadar olmasa da bir miktar toparlanmasını sağladı. Ancak son veriler, şirketlerin bu şekilde elde ettikleri geçici avantajın sonuna gelindiğini ve artık cirolar artmadığı sürece kârlarda bir artış olmasının pek söz konusu olamayacağını göstermekte. Bu durumun da, borsalar üzerinde önemli bir baskı oluşturmaya başladığı görülüyor.
Düşük faizler tüketici kredilerinde beklenen artışı ise sağlamış değil. Bu durumda zaten yüksek borcu olan hanehalklarının daha fazla borçlanma konusundaki isteksizliklerinin önemli bir payı var. Her ne kadar 1. çeyrekte gerileme görülen tüketici kredilerinde ABD'de son dönemde bir miktar artış olduğu rapor edilmekteyse de, bankacılık sistemi giderek kötüleşen AB'de ise gerileme halen devam ediyor. Kredi talebinde nette bir azalma yaşanırken, Avrupa'da bankaların sermaye yeterlilik oranlarını yükseltme zorunluluğu da kredilerini artırmalarını engelliyor. (Bu bağlamda son alınan sermayelendirmenin sene sonuna kadar ertelenmesi ve bu amaç için ESM fonlarının kullanılması kararı önemli.) Konut kredilerinde ise hâlâ konut fiyatlarının kriz öncesi seviyelerin oldukça altında olması ve yüksek düzeyde bir atıl stok olması nedeniyle, ABD'de rekor düşük seviyelere gerilemiş olan mortgage faizlerine rağmen bir artış sağlanabilmiş değil.
Düşük faiz politikasının ekonomiyi canlandırmada etkili olan bir başka aktarım mekanizmasının da, tasarruf yapmanın cazibesini azalttığı için mevduat sahiplerinin harcamalarını artırmaya ve borsa gibi alternatif yatırım araçlarına yönelmeye teşvik etmek olduğu düşünülür. Ancak, özellikle kriz zamanlarında, tasarruf mevduatı faizlerinin düşmesi tüketicilerin gerek gelirlerini, gerekse de güvenini azaltarak, harcamalarının artmasından çok nette azalmasına sebep olmakta. Ayrıca, faizlerdeki düşüşler gelişmiş ülkelerde hanehalkı varlıklarının önemli bir kısmını oluşturan "para piyasası fonları" (MMF, bizdeki "A" tipi fonlar) ve "emeklilik fonları"nın gelir projeksiyonlarını da önemli ölçüde azaltmış durumda.
Düşük faiz politikasının bir başka etki kanalı da, paranın değerini düşürmek suretiyle, ihracatın ivme kazanmasını sağlamak. Ancak, günümüzde neredeyse parasının değerini düşürme yarışı içinde olan bloklar arasında böyle bir etkinin yaratılması da mümkün değil.
Finansal sistemde fazla likidite imkanı yaratılması da kendi başına canlandırma sağlamıyor. Likiditenin mutlaka kredi kanalıyla ekonomide dolaşıma girmesi gerekir. Örneğin, ihtiyati amaçla merkez bankasından borçlanıp akşama borçlandığı parayı yeniden merkeze yatıran banka ekonomik aktivitede canlılık sağlamaz. (Bu durumu fark eden AMB son kararında bankaların kendisine geri yatırdığı paraların faizlerini sıfırlayarak, bankaların aldığı borçları ekonomiye kanalize etmelerini amaçlamaya çalışmakta.)
Sonuçta, bugüne kadar görülmemiş ölçekte ve de eşgüdümlü olarak uygulanmasına rağmen para politikalarının gelişmiş ülke ekonomilerini canlandırma konusunda yetersiz kaldığı aşikar. (Hatta, bu nedenle Çin başta olmak üzere ekonomileri gelişmiş ülkelere bağımlı olan ülkelerin durumu da hiç parlak görünmüyor.) Bu şartlar altında, tarihin en düşük borçlanma maliyetleri ile karşı karşıya kalmış olan ABD ve Almanya'nın büyümeye destek veren genişleyici maliye politikaları izle(ye)memeleri akla zarar bir durum.