Özgün model ve yol haritası olmayınca
Kaç zamandır kafamı kurcalıyor, dünyadaki bunca çalkantı ve değişim arasında bizim bir bozulup bir düzelen konjonktür dengelerimizi öngörebilmek neden bir falcılık egzersizine dönüşüyor? Sonunda genellikle bulduğum yanıt, ne yapacağımız ile ilgili kendimize ait ve koşullara göre uyarlayacağımız bir oyun kurgusunun ve modelinin olmayışı, sadece ne olup biterse mevcut halimizle yani kendimizi değiştirmeden ona ayak uydurmaya çalışmanın yeterli olacağını düşündüğümüz şeklinde. Oysa konjonktürün ötesinde küresel planda oluşacak büyük değişimlerin herkese ve her ülkeye etkisi aynı olmayacak. Ülkeler arasında teknoloji ve bilim üretiminde, eğitimin ve insan kaynağının niteliğinde, ekonominin büyüklüğü ve büyüme temposunda, kurumsal altyapıda ya da küresel işleyişe bütünleşme düzeyinde var olan farklılıklar, toplumların dirliği ve refahı için geliştirebilecekleri politika alternatiflerini ve başarı şanslarını belirleyeceği gibi, konjonktürel olarak ortaya çıkan sorunlarla başa çıkabilmenin zorluk derecesini de etkileyecek. Doğrusunu isterseniz ben toplumsal olarak, yani siyaset erbabımız, bürokrasimiz, özel sektörümüz, akademyamız ve sivil toplum kuruluşlarımızla, bu ikili ve zorlu sorumluluğu taşıyacak kapasiteyi oluşturacak inanç ve isteğe sahip olduğumuz kanısında değilim. Duruşumuz daha çok “her şey olacağına varır” düşüncesini yansıtıyor.
Ortak akıl ve ortak payda eksikliği
Öncelikle içeride uğraştığımız gündem gelişmiş ülkelerin gündeminden oldukça farklı. Yani büyük ölçüde dışa açılmış ve bunun sağladığı dışsallıklardan son otuz yılda zaman zaman yararlanmışsak da küreselleşmenin doğurduğu riskler ve yükümlülükler konusunda aynı ölçüde bilinçli olmadığımız açık. Ne iletişim teknolojilerindeki gelişmenin bireylere verdiği gücün gerektirdiği saydamlık ve kapsayıcılık, ne teknoloji evriminin yeni dalgaları üzerinde, sözgelişi fazla sermaye gerektirmeyen yani sermaye hasıla katsayısı düşük olan yazılım endüstrisinde ya da büyük veri analizinde söz sahibi olabilecek bir hazırlık radarımızda görünmüyor. TÜSİAD bünyesindeki büyük şirketlerin kısaca üretimde yüksek teknoloji kullanımı ve böylece verimlilik ve rekabet gücü artışı anlamına gelen “Sanayi 4.0” konusundaki doğal uyum çabaları bir yana bırakılırsa, reel kesimin çok büyük bölümünün geleneksel sanayi üretiminde bile küçük ölçek, yetersiz işletme sermayesi ve düşük teknoloji çıkmazında bulunduğunu da biliyoruz. Dahası ülkenin genel gündeminde bu konuların hiç de öncelikli olmadığı, aksine daha hızlı film ve video indirmek için sim kartı değiştirmeyi teknolojik ilerleme sanma ve yaşam mimarı inşaat stoklarını arttırarak kalkınma gibi yanılsamalar içinde sürüklenmekteyiz. Aslında belki de temel sıkıntı burada: Fazla parçalı ve ortak paydaları çok az bir toplum olmamız. Üstelik bu ortak paydaları oluşturup arttıracak ortak akıl üretme çabalarımız da yetersiz. Bu nedenle herkes ve her kesim başka telden çalıyor. Gelişmeleri izleme ve işi oluruna bırakma yani kaderine razı olma da bir tavır olabilir ama söylemlerimizden ve özlemlerimizden belli ki iddialarımız farklı halde işi ciddiye alarak kamu ve özel kesim işbirliğiyle net bir yol haritası hazırlamak, önceliklerimizi ve tercihlerimizi açık bir şekilde belirlemek, sınırlı kaynaklarımızı buna göre tahsis etmek zorundayız. Aksi takdirde bir yandan protestolu senetler, karşılıksız çekler, iflas ertelemeleri ile boğuşan reel kesimin, diğer yandan kârlılıkları dolayısıyla sermayeleri zayıflayan bankaların ya da yaptıkları konutları satamayan inşaatçıların yardımına koşmakla uğraşmaktan strateji kurgulamaya mecalimiz kalmaz. Ayrıca dış konjonktürün yaratacağı fırsatlar (enerji maliyeti düşüşü, göçmen krizi ile canlanan AB süreci vb.) da yeterince değerlendirilmemiş olur.
“Ne” önemli, “nasıl” belli
Ortak payda ve ortak akıl eksikliği yalnızca ekonomide değil, başka alanlarda da mesafe almamızı kısıtlıyor. Çözüm süreci ya da yeni anayasa tartışmaları gibi siyasi sorunlarda da, eğitim ya da özgürlükler gibi sosyal sorunlarda da ortak paydada buluşmakta, dolayısıyla sonuca varmakta fazlasıyla zorluk çekiyoruz. İşin ilginç tarafı, büyüme oranı gibi rakamlara dayalı ve nesnel gelişmelere de çok farklı yorumlar gelebiliyor. Kimi G- 20'nin en hızlı büyüyen ikinci ekonomi olmamıza sevinirken, kimi büyümenin yatırım ve ihracat değil tüketim kaynaklı olmasını kaygı verici buluyor. Hatta bazıları tüketimdeki artışın da büyük ölçüde otomotiv ve haberleşme sektörler ile ilgili ve bu nedenle genel bir canlılığı ifade etmekten uzak olduğunu, hele özel sabit sermaye yatırımlarının beş yıl önceki düzeyin bile altına düşmesinin gelecek yıllar için kötü işaret sayılması gerektiğine dikkat çekiyor. Elinizde kolektif bir uzlaşmayla belirlenmiş stratejik plan ve yol haritası olmayınca her yorumun kendine göre bir haklılığı da oluyor.
Böyle bir ortak paydanın, sadece içinde bulunduğumuz dönemle sınırlı kalmayan, gelecek dönemleri de kavrayan bir bakış kazandırdığı, bu yönüyle bir çıpa özelliği kazandığı da söylenebilir. Sözgelişi büyümenin itici faktörü olan yatırımlar için faizleri düşürmeye çalışıyoruz ama banka kredilerinin büyük payının tüketici ve konut kredilerine gittiğini, reel sektöre giden bölümünün de stratejik amaç olması gereken döviz kazandırıcı alanlara değil, perakende ve inşaat gibi sektörlere gittiğini görmezden geliyoruz. Ayrıca ortalama vadesi çok kısa olan mevduatla uzun vadeli konut finansmanı modelinin sürdürülebilir olmadığını irdelemiyoruz. Palyatif politikalar, çoğu zaman telaffuz ettiğimiz amaçların tersi durumların oluşmasına yol açıyor; örneğin serveti sermayeye dönüştürerek mali sistemi genişletmek gerekirken, uygulama bunun aksine şirket özkaynaklarının gayrimenkule dönüştüğü örneklerle dolu. Sözün kısası, uzun vadeli ortak payda olmayınca neyin başarı, neyin sapma olduğu da belirsizleşiyor. Bilgiye erişimin kolay olduğu zamanımızda hedeflere nasıl ulaşılacağı üç aşağı beş yukarı bellidir, sorun doğru ve tutarlı bir hedef seti belirleyip onu ortak payda yapmakta!