Özal'dan Ertuğrul Günay'a değişmeyen yanılgı
Haziran ayının ortalarında gazetelerde Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın Boğaz kıyısındaki okulların "turizme kazandırılması" konusundaki açıklamaları, bende ciddi bir hayal kırıklığına neden oldu. 17 Haziran'da Vatan Gazetesi'nde çıkan habere göre Bakan Günay, "Boğaz'daki kamu binalarının otel ya da müze olması için çalışmalara hız verdiklerini" söylüyordu. Bundan bir kaç gün sonra, Habertürk televizyonunda Balçiçek Pamir'in konuğu olan Ertuğrul Günay'ın anlattıklarından, sözü edilen "Kamu binaları"nın içine Galatasaray Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Haydarpaşa Lisesi, gibi kurumların girdiğini; şimdilik gündemde olmasa da Kabataş Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi gibi kurumların da sırada olduğu anlaşılıyor. Günay'ın aynı söyleşide dile getirdiği, Kuleli Askeri Lisesi'nin müzeye dönüştürülmesi fikrini ise bunun ciddi bir proje olarak ele alındığını varsayarak şimdilik ayrı tutalım.
İstanbul'daki tarihi bölgelerin ve mekanların geleneksel fonksiyonlarından arındırılarak "turistikleştirilmesi" fikrinin İstanbul ve İstanbullular açısından iyi bir fikir olmadığı, dahası bu tür uygulamaların İstanbul gibi tarihi özellikleriyle anılan bir kentin pazarlanması açısından son derece yanlış olduğu konusuna burada daha önce de değindik. Önceki yazılarımızda "Disneyland sendromu" olarak adlandırdığımız bu işlevsizleştirme ve insansızlaştırma operasyonları sonucunda kentin belirli bölgelerinin ya da mekânların turizme hasredilerek "aşırı turistik" alanlar yaratılmasının kentin değerini artırmayacağını, aksine düşüreceğini dile getirmiştik. AKP hükümetinin içinde "sol" geçmişe sahip olması ve evrensel değerleri iyi bilmesi nedeniyle iyi şeyler yapacağına inandığımız Ertuğrul Günay'ın da Boğaz kıyılarındaki kamu binalarını İstanbullular'a ve İstanbullular'ın çocuklarına layık görmeyip, buraları turistik tesis haline getirerek "Turizme kazandırma" düşüncesi, itiraf etmeliyim ki bende derin bir hayal kırıklığı yarattı.
Özal döneminden beri Türkiye'yi ve İstanbul'u yönetenlerdeki hakim düşünceye göre İstanbul'a turist çekilmesi için çok sayıda lüks otele ihtiyaç vardır ve İstanbul'un merkezi bölgelerinde ne kadar özellikli bina varsa bunun için seferber edilmelidir. Ayrıca yine aynı zihniyete göre turistlerin rahatça gezip dolaşabilmesi için tarihi öneme sahip bölgeler geleneksel fonksiyonu ne olursa olsun boşaltılmalı ve salt turizm için ayrılmalıdır.
Bu konuda Özal döneminde gerçekleştirilen en büyük operasyon hiç kuşkusuz Bab-ı Âli'nin boşaltılmasıydı. "Matbaalar şehir dışına taşınacak" diyerek başlatılan sürecin sonunda, gazeteler ve yayınevleri bölgeyi terk edince Cağaloğlu ve Sultanahmet ruhsuz ve renksiz bir turistik alan haline dönüşüvermişti. Önceki yazılarda bu Disneyland yaratma işinin kentin ve bölgenin değerini artırmadığını, aksine düşürdüğünü uzun uzun anlatmıştım. (*)
Benzer şekilde Özal döneminde tartışılan Taşkışla'nın otel yapılmasına benzer fikirlerin Ertuğrul Günay tarafından tekrarlanması, Günay gibi birinin dahi bu zihniyetten kendisini kurtaramadığını gösteriyor. Yani İstanbul'da Boğaziçi'ne yakın bir yerde Boğaz manzaralı bir okul olmamalıdır. Boğaz manzarasından İstanbul halkı, çocukları ve öğrencileri değil, turistler yararlanmalıdır.
İstanbul halkı için İstanbul'un ayrılmaz bir parçası olan Boğaziçi'nin "lüks" veya "fazla" görülmesi, "Yerliler burayı terk etsin, para harcayacak turistler gelsin" düşüncesiyle hareket edilmesi İstanbul'un değerini yükseltir mi sizce?
Bir kentin değeri otel sayısı veya kentlilerin belirli alanları terk etmesiyle değil, o kentteki yaşam kalitesinin yükseltilmesiyle artırılabilir. İnsanların Londra'ya, Paris'e, Roma'ya gitmesinin nedeni -ki İstanbul'u herhalde bu kentlerle karşılaştıracağız- herhalde bu şehirlerde bütün tarihi binaların otele dönüştürülmesi veya kent halkının tarihi değeri olan bölgelerden uzaklaştırılarak buraların turistlere tahsis edilmesi değildir. Aksine insanları buralara çeken, her bölgenin tarihi ve geleneksel işlevleri çerçevesinde kentin günlük yaşamına katılması, okulların, kamu hizmetlerinin veya ticari hayatın kentin tarihi dokusu içinde sürdürülmesidir. Zira her yıl İstanbul'un 10-15 katı yabancı konuğu ağırlayan bu kentler turistlerden önce kendi insanlarına sundukları yaşam kalitesi nedeniyle "görülmeye değer"dir.
Özal döneminde başlayıp Ertuğrul Günay'la süren bu "Türkler gitsin, turistler gelsin" zihniyetini biraz abartırsak; mesela Tarihi Yarımada'yı, Beyoğlu'nu ve Boğaziçi'ni İstanbul halkı tamamen terk etsin, burada yalısından apartmanına ne kadar yapı varsa hepsini kamulaştırıp otele, lokantaya, kahveye, bara, diskoya, kulübe dönüştürelim, sonra gelsin turistler, gelsin dolarlar Euro'lar...
İstanbul'un bugün Paris veya Roma kadar ziyaretçi çekememesinin veya gelen ziyaretçinin buradan daha düşük bir harcamayla ayrılmasının nedeni Boğaz'a bakan otel sayısının azlığı değil, İstanbul'daki yaşam kalitesinin Paris'e veya Roma'ya göre düşük olmasıdır. Merkezi ve yerel yöneticilerin vizyonlarının yaşam kalitesine değil, salt gelire ve ranta odaklı olması, Roma'ya ve Osmanlı'ya başkentlik yapmış bir tarihi metropolü ne yazık ki hızla bir "Üçüncü dünya metropolüne" dönüştürüyor. Hatta büyük ölçüde dönüştürdü bile...
******
(*) Turizmdeki pazarlama yanılgısı; Disneyland sendromu; DÜNYA Gazetesi 11 Ağustos 2007)