Ortadoğu'da durumu yeniden değerlendirme zamanı geldi mi dersiniz?
Uzun yıllar Türk hariciyesine yeni katılan meslek memurlarına verilen öğüt, ülkemizin Ortadoğu’dan uzak durması gerektiği idi. Bu öğüdün bir kaynağı bölgeden Osmanlı’nın hüsrana ve ihanete uğrayarak çekilmesi gibi duygusal bir tepki ise de, ikinci gerekçesi somut bir dizi gerekçeye dayanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden silinmesinden sonra bölgeye yerleşen emperyalist devletler tarihi realitelere uymayan ve birbiri ile rekabetçi ilişkiler içinde olmaları mukadder siyasi yapılar oluşturmuşlar, bir yandan bölgedeki bölünmelere, diğer yandan askeri güçlerine dayanarak egemenliklerini devam ettirmeye çalışmışlardı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu ülkelerin yarı sömürge statüsü sona ermiş, ortaya istikrarsız rejimler çıkmıştı. Nitekim, kısa süre içinde hemen her ülkede askeri darbeler birbirini izledi. Yeni rejimler eski sömürgeci devletlerin ülkeleri üzerindeki nüfuzunu kırmak için Sovyetlerle yakınlık kurdular, Türkiye ise Sovyetlerin Türkiye yönünde genişleme özlemleri taşıdığı endişesiyle, Batı Blokunun ayrılmaz bir üyesi olmuştu. Bu dış politika ayrılığını destekleyen başka siyasi-kültürel unsurlar da vardı. Arap Milliyetçileri, Arapların geri kalmışlığını ve sömürgecilerin kurbanı olmalarını kendilerini asırlardır Türklerin yönetmiş olmasına bağlıyorlardı. Türk milliyetçiliği ise, doğal olarak kendi kimliğini Türklerin Araplardan farklı olduğunu vurgulayarak geliştirmişti. Bölgedeki petrol zenginliği, bölgeyi büyük devletlerin at koşturduğu bir alana çevirmiş, Türkiye sınırlı gücü ile bölgede fazla etkili olma şansını elde edememişti.
1980 sonrasında daha yakın iktisadi ilişkiler kuruldu
Türkiye 1960’lı yıllarda Kıbrıs konusunda Arap dünyasından destek sağlamaya çalışmışsa da olumlu bir sonuç elde edememişti. 1980 sonrasında Türk ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşmesi ülkemizin yeni piyasalar aramasını teşvik edince, bu çerçevede Ortadoğu ülkeleriyle daha yakın iktisadi ilişkiler kurulmuştur. 1990-1991 itibariyle Soğuk Savaş’ın ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi, bu ilişkilerin gelişmesi için daha da olumlu bir ortam yaratmıştır. 2000li yıllara girdiğimizde, Türkiye bölge ülkeleriyle iktisadi ilişkilerin sıklaştıran, her ülke ile iyi ilişkiler geliştirmeye çalışan, ülkeler arası ihtilafların çözümü için gayret gösteren ancak ülkelerin iç siyasetinde taraf olmaktan dikkatle kaçınan bir politika izleyerek, bölgede herkesin benimsediği bir lider ülke konumuna yükselmiştir.
Arap dünyasının fikri ve siyasi önderi olan Mısır’la ilişkilerde düzelme yok
Arap Baharı’nın patlamasıyla birlikte Türk dış politikasında, geriye doğru bakıldığında, temelleri daha önce atıldığı sezilen bir değişiklik yaşandı. Anlaşılıyor ki, iktidar partisi bölgedeki Müslüman Kardeşler ve benzerleriyle parti temelinde ilişkiler geliştirmişti. Bu partiler, Arap Baharında en iyi örgütlenmiş muhalefet olarak belirince, bu defa Türk hükümeti resmi politika olarak Müslüman Kardeşler ve benzeri örgütlerin iktidara gelmesine, gelenleri de desteklemeye yöneldi. Böylelikle ilk defa Türkiye komşu ülkelerin iç siyasetinde aktif bir aktör olmaya başlıyordu. Hatırlanacağı gibi, Tunus’ta ve ardından Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidara geldi. Tunus nispeten başarılı biçimde demokrasiye geçti ve Müslüman Kardeşler bir sonraki seçimi kaybettiler. Mısır’da göreve gelen Mursi hükümeti muhalefeti dışlayan ve baskı altına alan bir politikaya yönelince askeri darbe ile devrildi. Türkiye bu değişimi kabullenmedi ve sert ifadelerle darbeci Sisi hükümetine karşı çıktı. Arap dünyasının fikri ve siyasi önderi olan Mısır’la aramız bozuldu ve bugüne kadar da ilişkilerde bir düzelme kaydedilmedi. Libya’ya İngiltere ve Fransa kendi çıkarları açısından müdahale ettiler. Ülke farklı grupların farklı bölgelerde egemenlik kurduğu biçimde parçalandı. Türkiye’nin desteklediği taraf en güçlü taraf olamadı, üstelik Türkiye barışın kurulmasını zorlaştıran bir ülke olarak görülmeğe başlandı. Ancak, en vahim durum Suriye’de ortaya çıktı. Uzun süren, hemen her büyük ülkenin karıştığı, tahayyülü zor maliyetler getiren bir iç savaş hala sonuçlanmış değil. Bu süreçte Türkiye, Esat rejimine karşı çıktı. Desteklediği gruplar Suriye iç mücadelesinde başarılı olamayınca, giderek savaşma kabiliyeti daha yüksek fakat siyaseten daha radikal dinci gruplarla işbirliği yapmaya yöneldi. Üç milyonu aşan göçmeni kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Bu göçmenlerin genelde Türkiye’nin batısındaki ülkelere kaçak gitmeye çalışması, Avrupa Birliği ile ilişkilerinde yeni sorunlar yarattı. Esat’ın gerek ülke içinde sanıldığından fazla desteğe sahip olduğu, gerek uluslararası alanda Rusya ve İran’dan güçlü destek alacağı öngörülemedi. Bütün bunlara bir de PKK uzantısı olduğu konusunda tereddüt olmayan YPG’nin hayat alanı kazanması, Amerika gibi bir müttefik bulması eklendi.
Esad’ın herhangi bir yere gitme ihtimali şu anda neredeyse yok seviyesinde
Bugün vardığımız nokta nedir? Güneyimizde Mısır, İsrail ve Güney Kıbrıs ile işbirliği yaparak, Doğu Akdeniz’de çıkan doğalgazı Türkiye’yi dışlayarak Avrupa piyasalarına sevk etme planları yapmaktadır. Kıbrıs’ın ihtilaflı sahalarında gaz aranması konusunda da bu ülkeler birlikte hareket ederek, Batılı firmalara müzahir olmaktadırlar. Mısır, Türk yatırımcıları için bir cazibe merkezi iken, şu anda ülkemiz yatırımlarına kapalı bir piyasaya dönüşmüştür. Libya’da ülkemizin pek de etkili olamadığı bir mücadele süregelmektedir. Bu mücadelenin ne zaman ve nasıl sonuçlanacağı belli değildir, ancak sonucun Türkiye’nin arzuladığından uzak olması son derece muhtemeldir. Suriye’de ise tam bir açmazlar dizisi ile karşı karşıya bulunulmaktadır. Gerek Rusya gerek İran, Suriye’de Türkiye’nin arzuladığı düzeyin üstünde etkiye kavuşmuşlardır. Türkiye’nin kabul edilemez bulduğu YPG’ye Suriye’de yeni düzeni oluşturabilecek bir ortak olarak bakmaktadırlar. Amerika zaten YPG ile taktik olduğunu iddia ettiği bir ortaklık kurmuştur ve bu ortaklığın Suriye’de barış teessüs ettikten sonra da devam etmesi pek şaşırtıcı olmayacaktır. Bütün bunlar ilaveten, Türkiye Suriye stratejisini Beşar Esad’ın gitmesi üzerine kurmuştur ancak Esat’ın herhangi bir yere gitme ihtimali şu anda neredeyse yok seviyesine inmiştir. Buna karşılık, göçmenlerin iadesi, ülkenin yeniden inşası, Suriye’nin Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmemesi başta olmak üzere birçok nedenle Suriye hükümeti ile düzenli ilişkiler kurulması zorunlu gözükmektedir. Müslüman Kardeşlerin desteklenmesini öne alan bölgesel dış politikamız, bu hareketleri kendi güvenlikleri açısından tehdit olarak gören Suudi Arabistan ve Katar hariç Körfez ülkeleri ile de ilişkilerimizin bozulmasıyla sonuçlandı. Bu zorluklara şimdi Birleşik Devletlerin İran’a uygulamaya başladığı ve bu ülkelerin de desteklediği ambargo eklenebilir.
Bütün bu gelişmeler karşısında, ben herhalde bu politikayı ciddi bir biçimde bir gözden geçirmek zamanı geldi derim. Acaba siz de katılır mısınız?
NOT: Arkadaşım Güngör Uras’a rahmet, ailesine de başsağlığı diliyorum.