Ortadoğu değil, uzlaşma kültürü

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ [email protected]

İki hafta önceki yazımda kapsamlı bir yol haritası tasarlayıp uygulamayı ve artık herkesçe bilinen zaaflarımızı önceliklendirilmiş bir eylem planıyla gidermeyi bir türlü beceremeyişimizin arkasında tarihsel ve kültürel bağlarımız olan Ortadoğu coğrafyasından toplumsal genlerimize yansıyan etkilerin de bulunduğunu belirtmiştim. Ne yazık ki benim sadece bilim ve teknoloji üretiminden, stratejik ve analitik düşünceden uzaklık bağlamında sözünü ettiğim bu etkilenme, bir süredir bambaşka ve çok daha acı veren bir alanda, can güvenliği ve toplumun duygusal bütünlüğü alanında onarımı imkânsız hasarlar ile de kendini gösteriyor. Son olarak Ankara'da Cumhuriyet tarihinde rekor olacak bir sayıda masum yurttaşımızın hayatlarını yitirmesiyle sonuçlanan uğursuz patlamanın da, Osmanlı'nın son dönemlerinden beri dışında kalmaya çalıştığımız Ortadoğu politikalarına aktif bir oyuncu olarak katılma hevesimizin dolaylı maliyetlerinden biri olma ihtimali ağır basıyor. Yani bütün kalbimizle topluma başsağlığı, kayıp yakınlarına da sabır dileyelim ama çağdaş ve müreffeh bir ülkeye dönüşme yollarını ararken nasıl olup da böylesine kutuplaşmış, ortak paydalarını yitirmeye başlamış bir ülkeye dönüşmekte olduğumuzu da sorgulamayı unutmayalım. Umarız ki hiç değilse bu trajik olay, başta politikacılarımız olmak üzere hepimize gerçekçi olmak ve ortak çıkarlarımıza / önceliklerimize odaklanmak konusunda dramatik bir uyarı olur. Tabii bunun ön koşulu, bozulan zihinsel kodlarımızı düzeltmek, güvensizlik ve çatışmacılık temelli Ortadoğu kültürünü değil, işbirliğini ve dayanışmayı esas alan uzlaşma kültürünü benimsemek.

Nobel ve ekosistem

Bomba faciası olmasaydı bu hafta daha iyimser ve umutlu bir yazı yazabileceğimi düşünmüştüm oysa. Hayır hayır, kurlardaki gevşeme gibi geçici ve uçucu mutluluklardan söz etmiyorum. Tarihte ilk kez pozitif bilimler alanında Nobel ödülünü bir yurttaşımızın almasından ötürü. Gerçi medyada ve toplumdaki yankılar, sıradan bir magazin figürü kadar bile olmadı ama eğitim kurumlarımızda hâlâ bilim üretme heyecanı taşıyan gençlerimiz için ideal bir rol modeli olacağını düşünmüştüm. Kuşkusuz içinde bulunduğu ve yararlandığı ekosistem, yani ABD,  bizimkinden çok farklıydı, ama bütün eğitimini, üniversite dahil, Türkiye'de tamamlamış olması, üstelik kısıtlı imkanlar içinde yetişmiş olması cesaret ve ilham vericiydi. Ancak bu değerli bilim insanı, Aziz Sancar, çok uzun zamandır Türkiye'den uzakta kalmasından olsa gerek, Türkiye’deki eğitimin kalitesinin başarısında büyük etken olduğunu, hele kendi dönemine oranla şimdiki eğitim ve araştırma ortamının çok daha ileride olduğunu söylemiş. Keşke gerçek de öyle olsaydı... Anlaşılan 2000 sonrasındaki likidite bolluğunda sağladığımız ekonomik büyümenin eğitime de olumlu yansıdığını varsaymış. Oysa sık sık kaygıyla değindiğimiz gibi Türkiye, OECD’nin hem nitelik hem nicelik göstergeleri itibariyle en başarısız ülkeleri arasında yer alıyor. Gençlerimizi iyi eğitemediğimiz, Pisa testlerinde en kötü sonuçları alanlar arasında olmalarından da belli. Ayrıca gençleri kuşatan ekosistem, onları hiç de bilim üretmeye ve araştırma yapmaya yönlendirmiyor.

İnsan kaynağımızı yeterince donatamayınca diğer bütün tutkularımızın ve hedeflerimizin altı boşalıyor. Çünkü üretimdeki katma değeri arttırmanın ve ihraç ürünlerindeki teknoloji düzeyini yükseltmenin yolu, nitelikli işgücünden geçiyor. Daha kötüsü, yine OECD araştırmasına göre, Türkiye'de genç kuşakların çoğu bir önceki kuşaktan daha iyi eğitim de alamıyor. Bu koşullarda orta gelir çıkmazından çıkmayı sağlayacak verimlilik artışı da söz konusu olmuyor. Orta üstü ve yüksek teknolojide dış ticaret açığımızın sürekli büyümesi ve son üç yılda 150 milyar doları aşması bunun doğal bir sonucu.

Kaynak açığına akıl duası

Buna bir de uzun süredir yaptığımız gibi kurumsal altyapı ve hukuk güvenliği konusundaki reformlardaki isteksizliğimiz eklenince uzun vadeli hedeflerden, itiraf etmesek de, vazgeçmiş oluyoruz.

Bütün iddiamız ve başarı tanımlamalarımız kısa vadedeki konjonktür yönetimine kilitlenmiş oluyor. Ancak orada da aşırı dışa bağımlılık, büyüme yolculuğumuzu sekteye uğratıyor.

Cari açığın finansman kalitesindeki düşme, borçlanma maliyetinin yükselmesine ya da eldeki sınırlı rezervlerin harcanmasına yol açıyor. Üstelik yükselen ülkeler içinde dış borçlarına oranla en düşük rezerv düzeyine sahip olduğumuz halde. Bunun üzerine kısmen kendi politikalarımızla yol açtığımız güvenlik sorunlarını ve jeopolitik riskleri de koyunca, petrol fiyatı düşüşüyle de telafi edilemeyen bir kaynak açığı oluşuyor. Dünya ekonomisinde daralma eğilimleri güçlenirken bazı Latin Amerika ülkeleriyle birlikte krize en açık ülkeler arasında sayılmamız bu yüzden. Sadece son bir yılda küresel rekabet endeksinde altı sıra gerilememiz de bu yüzden. Kaynak sorunu, nispeten daha iyi koşullarda bile yaratamadığımız yeni büyüme hikayesini daha da zorlaştıracak.

Manevra alanımız giderek küçülürken biz bir de toplumsal kutuplaşmaları, siyasal gerginlikleri arttırmak, diyalog kanallarını kesmek ile uğraşıyoruz. Yani yatırıma ve kaynağa muhtaç bir ülkenin en az ihtiyaç duyacağı şeylerle. Ne diyelim, Allah hepimize akıl fikir versin!..
 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019