Orta gelir tuzağı ve özel sektör

Murat YÜLEK
Murat YÜLEK KÜRESEL BAKIŞ [email protected]

Türkiye Cumhuriyeti, kurululuşundan bu yana özel sektör ağırlıklı iktisat politikaları izledi. Bu politikalar, Türkiye’yi düşük gelirden orta gelire yükseltti. Ancak, orta gelir tuzağına en az üç defa düşmesine de engel olamadı. Türkiye şu anda da orta gelir tuzağında. Kişi başına gelir 10 bin dolar seviyesine takılmış durumda. Bu önceki dönemlere göre çok yüksek bir gelir. Ancak Türkiye’yi “kesmez.” Türkiye’nin bu tuzaktan kurtulması ekonomi paradigmasında ve politikalarında önemli değişiklikler yapmasına bağlıdır.

Atatürk özel sektörün ekonomide lider olmasından yanaydı. Devletçiliğe meyletmesinin sebebi, o dönemde kalkınma için çok önemli olduğunu düşündüğü sanayi yatırımlarını gerçekleştirecek özel sektörü (sermaye ve sınai müteşebbis) bulamamasıydı. Bu anlayışla yapılan Birinci Sanayi Planı başarılı oldu. Devlet eliyle 20’ni üzerinde fabrika kuruldu. O zamanlar için önemli bir rakamdı. İkinci Sanayi Planı da hazırlandı; ancak savaş ortamının da etkisiyle uygulamaya konulmadı. Savaş sonrasında, 1940’larda Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi isimlerin liderliğindeki kadro hareketi de güçlü bir sanayi planı hazırladı. Ancak zamanın hükümeti buna itibar etmedi. Amerika Birleşik Devletleri de bu tür sanayileşme programlarına ve Türkiye’nin sanayileşmesine karşıydı. Marshall yardımlarıyla Türkiye’ye yerli üretilecek sanayi ürünleri yerine ABD’den ucuza sanayi ürünleri teklif edildi.

Menderes döneminde devletçilikten liberalliğe geçildi. Yine de bu dönemde giderek artan özel sektör yatırımlarıyla birlikte Sümerbank gibi kuruluşların yatırımları yapılmaya devam etti. 1960’lardaki 'Planlı Dönem'de ithal ikamesine dayalı sektörel sanayi yatırımları hem devlet hem de özel sektör tarafından yapılmaya devam etti. 1970’lerde Erbakan döneminde yarıiletkenlerden takım tezgahlarına ve uçaklara kadar devlet eliyle sanayi yatırımları yapıldı.

Bunlardan TUSAŞ, TEMSAN, TAKSAN, GERKONSAN gibileri bugünlere geldi. Ancak Planlı Dönem’deki yatırımlarda ihracat teşvikleri yeterli değildi. İhracat olmayınca enerji dahil ithal bağımlılığı 1970’lerin sonunda Türkiye’yi ”70 cente muhtaç hale” getirdi.

1980’ler Türkiye’de liberalizmin ve dışa açılmanın geri dönüşüne şahit oldu. Bu dönemin başlarında 1980 öncesi yatırımların elverişli kur ve ihracat destekleriyle ihracata yönlendirilmesiyle ihracat kısa sürede dört katına çıktı. Devlet altyapıya yönelerek sanayi yatırımlarını durdururken özel sektör sanayi yatırımları arttı. Ancak dış ticaret dengesi (ve bütçe açığı) kötüleşmeye devam etti. 2000’li yıllardan sonra da ihracat dört katına yükseldi ancak sonrasında hala devam eden ihracatta uzun bir durgunluk sürecine girdik.

Bu süreçte kişi başına gelir yükseldi ancak orta gelir seviyesinde takılıp kaldık;ihracatta olduğu gibi. Neden? Cevabı basit:

1. Sanayi sektörümüz geleneksel sektörlerden daha çok para kazandıran “stratejik” sektörlere yeteri kadar geçiş yapamadık.

2. Tekstil hazır giyim sektörü gibi geleneksel alanlarda ise markalaşamadık ve uluslararası dağıtım ağlarına yeterince nüfuz edemedik.

Bugün “zor”/teknoloji yoğun görülen elektronik haberleşme (telekom) ürünleri birincisine güzel bir örnektir. 1980’li yıllara kadar o zamanın temel teknolojisi olan PSTN adı verilen sabit şebeke santral ürünleri ve telefon aparatları Türkiye’de üretilebiliyordu. 1980’li yıllardaki liberasyon döneminde Türk Telekom’um bu ürünleri üreten iştiraklari özelliştirildi. Yabancı ortaklar üretim ve AR-GE faaliyetlerini durdurdular. Bu dönemde teknolojide açılan yeni çığırı Türkiye ancak izlemekle yetindi. Şu anda telekom alanında üretimimiz yok denecek kadar az. Olan üretim de ithalata bağımlı. Yani Türkiye “öğrenme” süreci yaşamalıyken “unutma” süreci yaşadı liberal dönemde.

Bugün Türkiye’nin yapması gereken şey, bu “zor” teknolojilere tekrar giriş yapmak. Bunu Kore şirketleri 1990’ların sonunda başarıyla yaptılar. Örneğin ekran teknolojileri. Kore bu girişi kamu ve özel sektörüyle birlikte yaptı. Özel sektörsüz olmazdı zaten. Benzer süreç Japonya, Almanya, Tayvan gibi bir çok başarılı ülkede yaşanmıştı.

Türkiye’de hem “devlet kapasitesi” (state capacity) hem de “özel sektör kapasitesi” Kore’nin çok altında. Büyük özel sektör şirketlerimiz de yeni ve riskli sektörlere girerek araştırma yapacak “mecal” yok. Bunun önemli sebeplerinden birisi sosyolojik olarak büyük özel sektörün üst yönetimler ve ortaklarının “mecalsizliği.” Büyük özel sektör gruplarımızın başında şu anda üçüncü nesiller yer alıyor. Üçüncü nesil bana İbni Haldun’u hatırlatıyor.

Özel sektörümüzün Ar-Ge harcamaları hem resmi hem fiili olarak oldukça düşük. Buna karşılık kamu sektörünün Ar-Ge harcamaları nisbeten yüksek. Bu durum, ikisi arasındaki işbirliğini zorunlu hale getiriyor. Örneğin TÜBİTAK’ın Marmara Araştırma Merkezi (MAM) gibi kurumları bir çok teknolojiyi çözümleyerek IP haklarını lisans anlaşmasıyla özel sektöre devretmek istiyor. Ancak özel sektöre sesini duyuramıyor veya özel sektör bu fırsatlarla ilgilenmiyor. En büyük sorunumuz olan ticarileşmeyi bu gibi örneklerle veya üniversite-sanayi işbirliği aracılığıyla aşmamız mümkün.

Eğer büyük özel şirketlerimizin yönetim, teknolojiye bakış ve risk alma iştahı açısından büyük bir değişim yaşanmazsa hem bu şirketlerimiz hem de Türkiye açısından durağanlık devam edecek demektir. Özel sektörümüzün yeni sektörlere girecek, o riskleri alacak mecali yoksa (ve devlet de buna destek olmazsa) orta gelir tuzağını aşamayız. Üniversitelerden yeni mezun gençlerimize yüksek maaşlı istihdam sahaları açamayız. Önümüzdeki döneme bu çerçeveden bakmalıyız.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Chief Sustainability Officer 06 Ağustos 2018