‘Orta gelir tuzağı’ bir alın yazısı değil, ama...
2013 yılı büyüme oranı neredeyse herkesin beklediği şekilde % 4 olarak gerçekleşti. Bu sene ise ilk çeyrekte % 4’ün üzerinde gelecek büyüme hızına rağmen tahminler tüm sene için % 3 civarında bir büyüme hızına işaret etmekte. Böylece son 3 senenin ortalama büyüme hızı da gene % 3 civarında gerçekleşmiş olacak.
Bu büyüme oranları Türkiye’nin uzun vadeli büyüme oranı olan % 4.5’in oldukça altında. Ayrıca, hatırlamakta fayda var, Türkiye’nin halihazırdaki nüfus artış hızı da % 1.2-1.3 civarında. Böyle bakıldığında kişi başına düşen milli gelir artış hızımız % 1.8 civarında gerçekleşmekte olacak ki, bu artış hızı beğenmediğimiz Avrupa’nın önümüzdeki senelerde tahmin edilen kişi başı milli gelir artış hızıyla neredeyse aynı oranda.
Kısacası eğer büyüme oranımızı yükseltemezsek gelişmiş Avrupa karşısında bile yerimizde sayacağız. Önemli olan bu “yerinde sayma” durumunun kalıcı mı, geçici mi olduğu. Son yıllardaki büyümenin kaynaklarına baktığımızda, maalesef bu konuda çok iyimser olmak mümkün değil. 2012’deki zayıf büyümenin yarısından fazlası kamu sektörü harcamalarından kaynaklanmıştı.
2013’de ise büyümeyi ivmeleyen hane halkının tüketim harcamaları oldu. % 4’lük büyümenin % 3.1’i hane halkı tüketimindeki artıştan kaynaklandı. Ancak, artık gerek hane halkının, gerekse de devletin tüketim harcamalarını körükleyerek büyümeyi ivmelendirmenin limitlerine gelmiş bulunuyoruz.
Her ne kadar hane halkı borçlanmasının milli gelire oranı olarak hâlâ çok yüksek seviyelerde olmadığı iddia edilse bile, borçlanmanın hane halkının gelirlerine ve toplam servetine oranla oldukça yüksek yerlere geldiği görülmekte.
Önümüzdeki yıllarda tüketici kredileri hacminde aynı oranlarda artışların sürdürülmesi kesinlikle mümkün değil. (Pek tabii ki, son dönemdeki faiz artışları hane halkı tüketimini ciddi oranda kısıtlayacak. Ancak, unutulmaması gereken nokta bu artışların, özellikle yüksek seyreden ve ekonomimiz için büyük kırılganlık arz eden cari açık oranları karşısında, tamamen “mecburiyet”ten gerçekleştirilmiş olduğu. ) Devlet harcamalarına bakarsak, burada da pek fazla bir imkan kalmadığını, ve eğer kalan son pozitif verimiz olan göreceli düşük bütçe açığı ve kamu borçluluk oranını korumak istiyorsak, kamu harcamalarını ancak çok kısıtlı bir miktarda artırabilme imkanımız olduğunu söyleyebiliriz.
Bu sene durumu kurtaracak olan dış ticaret gelişmeleri olacaktır. TL’nin değer kaybının ihracatımıza bir miktar ivme kazandıracağı muhakkak. TİM rakamlarına göre ilk 3 aydaki ihracat artışımız % 5.8. (Geçen senenin aynı döneminde artış % 4.1 olmuştu.) Avrupa’daki göreceli toparlanma ile birlikte ihracatta bir miktar daha ivmelenme olacaktır. (Son gelen reel kesim güven ve PMI endeksleri de bu duruma işaret ediyor. ) Ancak altını kalın bir kalemle çizmek gerekiyor ki, eğer ihracattaki kısıtlı ivmelenmeyi özel sektörün dış ticarete konu alanlardaki (tradeables) yatırımlarıyla destekleyemezsek, bu artış kalıcı olamayacaktır. Buradan özel sektör yatırımlarına gelirsek, maalesef durumun içler acısı olduğunu söyleyebiliriz. Yaklaşık 3 seneden beri (11 çeyrektir) özel sektör yatırımları yerinde saymakta.
Bu durumun ülkemizdeki yatırım ortamının çok zayıfl amış olmasından kaynaklandığını söylemeye gerek yok. Özellikle imalat sanayi yatırımları yerlerde sürünmekte. Öyle ki, son yıllarda, Türkiye’de imalat sanayinin milli gelirden aldığı oran % 15.3 ile dip noktasına gerilemiş bulunuyor. Yabancı sermaye bile imalat sanayine girmekten kaçınıyor. (2002-2012 arasında ülkemize gelen doğrudan yabancı sermayenin sadece % 17.8’i imalat sanayine yatırım yapmış. Bu oran, örneğin Meksika’da % 44.7!) Çizdiğim bu resim Türkiye’nin aynı zamanda ciddi bir şekilde “orta gelir” tuzağı içine girmiş olduğunu göstermekte. Esasen, orta gelir tuzağı aşılamayacak bir alın yazısı değil.
Neo-liberal politikaların sınırlarının doğru çizilmesi, yargı da dahil olmak üzere düzenleyici ve denetleyici kurumlara tam özerklik sağlanması, kalıcı ve öngörülebilir teşvik ve yatırım politikalarının ihdas edilmesi, yaratıcılığı ve toplumsal ahengi teşvik edecek liberal ve demokratik bir ortamın tesis edilmesi ve eğitim düzeyinin sadece niceliksel değil, niteliksel olarak da artırılmasıyla bu yazgı aşılabilir. Ancak, pek çok gelişmekte olan ülkenin gelip de çarptığı alanlar da tam buralar. Maalesef, Türkiye de bu durumdan hiç muaf değil.