Orman yangınları ve siyasetsizlik
Türkiye’nin dört bir yanında çıkan orman yangınları bir kez daha gösterdi ki iklim değişikliği ile birlikte sayısı daha da artan afetlere hazır değiliz. Üç yıl önce Ağustos ayında Türkiye’nin güneyindeki orman yangınları ve Kastamonu’daki sel felaketi, geçen sene yaşadığımız büyük deprem… Hiçbirinde iyi bir sınav veremediğimiz gibi hatalarımızdan ders de çıkarmıyoruz. Peki ne yapılabilir?
İlk önce afet yönetiminin artık tek başına bir bakanlık bünyesinde ele alınması gerekiyor. Farklı bir idari yapı oluşturup afet yönetimini İçişleri Bakanlığı bünyesinde yer alan AFAD’la sınırlandırmamalıyız. Eğer mevcut yapıyla gideceksek de AFAD’ın kapasitesini güçlendirdikten sonra koordinasyon ile sınırlandırıp saha işini yapacak olan kurumların beşeri ve teknik kapasitesini güçlendirmeliyiz.
Yangınlar özelinde ise mutlaka itfaiyecilik ile ilgili bir akademinin kurulması gerekiyor. Mevcut durumdaki meslek liseleri ve iki yıllık yüksek okullar ileride çıkabilecek çok daha tehlikeli yangınlara müdahale etmek için gerekli olan nitelikli insan gücünü yetiştiremiyor. Bir örnek verecek olursak, olası bir deprem sonrası çıkabilecek deniz yangınlarına müdahale etmek ciddi ve farklı bir yetkinlik gerektiriyor. O yüzden, afet yönetimi bakanlığı bünyesinde kurulacak olan bir itfaiye akademisine ciddi bir ihtiyaç var.
İnsan gücü demişken askerin de rolüne dikkat çekmek gerekiyor. 2010 yılında iptal edilen EMASYA Protokolü askeri kuvvetlerin savaş dışı ihtiyaçlar doğrultusunda da kullanımına izin vermek amacıyla düzenlenmişti. Protokolün 4. maddesi de yangın, sel ve doğal felaket gibi durumlarda protokolün nasıl devreye sokulacağını belirtiyordu.
Son yıllarda yaşanan doğal afetlere baktığımızda özellikle afetin ilk saatlerinde hazır bir kuvvetin olmamasının, ne yapılacağının önceden planlanmamasının yol açtığı sorunları maalesef görüyoruz. Bu yüzden de önümüzdeki dönemde EMASYA ya da benzeri bir protokolün yeniden devreye alınması afet yönetimi için hayati bir öneme sahip.
Orman yangınlarında gece görüşlü yangın söndürme uçağı ya da helikopterlerinin istenilen ölçüde kullanılmadığı çok yazıldı. Burada farklı görüşler var. Bazı yetkililer gündüz noktalama çalışması yapılmadan gece vakti yangın söndürme işleminin yapılamayacağını belirtiyor. O bakımdan da gece başlayan orman yangınlarına uçaklarla hemen müdahale edilmesinin zor olduğunu söylüyor.
Bununla beraber, daha önceden hazırlanması ve çalışılması gereken acil eylem planı içerisinde bu noktalama çalışmalarının önceden yapılabileceğini savunan görüşler de var. Bu da bize ülkenin temel sorunlardan ikisini hatırlatıyor: Birincisi, plan ve koordinasyon çerçevesinde ilerleyemiyoruz.
İkincisi, teknolojiyi geliştirsek de satın alsak da etkili olarak kullanamıyoruz. Kaldı ki yerel yönetimlere ve ilgili kamu kurumlara ekipman desteği şart. Merkezi yönetim bütçesinin tartışıldığı Plan ve Bütçe Komisyonu’nda bu alana daha fazla kaynak ayırılması ile verdiğimiz bütçe artışı teklifinin reddedildiğini de buradan hatırlatayım.
Son olarak, orman yangınlarının neredeyse hepsi tedbirsizlikten ve dikkatsizlikten dolayı çıkıp yerleşim birimlerinden kırsala ya da ormana doğru ilerliyor. Bunun için farkındalığın arttırılmasının yanı sıra mutlaka tazminat hükümlerinin ağırlaştırılarak işletilmesi, cezai yaptırımların arttırılması gerekiyor. Bu yangınların çıkmasına sebep olan kişilerin neredeyse tamamı kamuoyunun yüreği bir nebze soğusun diye kameralar önünde tutuklandıktan sonra serbest bırakılıyor.
Bu yüzden de cezaların arttırılması ve tazminat hükümlerinin işletilmesi insanları daha dikkatli davranmaya zorlayacaktır. Ayrıca ormanların içinde ve kırsaldaki yapılaşmaya da dikkat çekmek gerekiyor. Buradaki birçok yapının maksadının dışında kullanıldığı ve yangına davetiye çıkardığı açık. Yani anlayacağınız otorite boşluğu ve göz yumma sadece şehir merkezinde değil ormanlık alanlarda da fazlasıyla mevcut…
Siyasetsizlik ve Milgram deneyi
Son olarak sosyal medya paylaşımlarına değinmek gerekiyor. Olayın ciddiyetine dikkat çekmekle toplumu korkutup panikletmek arasında önemli bir fark var. Burada daha iyi bir düzenlemeye ihtiyaç olduğu açık ama mevcut iktidarın sansürcü zihniyetinin haber alma özgürlüğünü kısmak için gerekçe aradığı bir dönemde olduğumuzu da unutmamak lazım. Konuyla doğrudan bir ilgisi yok ama artık çiftçilerin haklı isyanlarını duyurmaması için sinyal karıştırıcılarının (jammer) kullanılmaya başladığı bir dönemdeyiz.
İzmir yangınının olduğu gün TBMM’nde utanç verici bir dizi olay yaşandı. Bir dizi olay dememin sebebi var: ilk olarak orada toplanma nedenimiz anayasal bir hak ihlaline karşı gelmek. İkincisi, futbolculuk döneminde gösteremediği refleksleri milletvekili olunca gösteren bir emir erinin fiziki saldırısı. Üçüncüsü ve bence daha önemlisi, o saldırgana veril(emey)en ceza… İlk önce net olarak ifade etmek gerekiyor: bu yönetim sisteminde Mecliste çoğunluğu sağlayamadığımız için muhalefet olarak etki gücümüz neredeyse yok. O yüzden de Meclis’ten daha çok sahada olmamız gerekiyor.
Bütün Türkiye’ye sesimizi duyurabildiğimiz tek yer ise Meclis kürsüsü. Sadece muhalefet milletvekilleri için değil halkın iradesiyle seçilmiş tüm milletvekilleri için o kürsünün bir dokunulmazlığı ve namusu var. Bunu kullanışlı aparat olduğu her halinden belli olan birinin anlamasını beklemiyorum ama muhalefet partileri olarak bir irade gösterip Meclisin kürsüsünden konuşan bir milletvekiline fiziki saldırının basit kınama cezası ile geçiştirilmemesini sağlayabilirdik. Bunu yapmanın da birçok yolu vardı.
Sonuçta Meclisin itibar erozyonu devam etti ve meclisle halkın arasındaki bağ daha da zayıfladı. Halk ile TBMM arasındaki bağın zayıflamasının kimin işine yaradığı ise açık. Bu zayıflamanın beraberinde siyasetsizliği ve artan otoriterleşmeyi getireceği de aşikâr. Ünlü Milgram deneyini hatırlamakta fayda var: düzenin hissizleştirdiği birey bir süre sonra otoritenin sert tavırlarına itaat etmeye başlar.