Operada yenilikçilik: Sınırsız yaratıcılığa açık
Yenilikçilik/ inovasyon denilince aklımıza hemen sınai üretimi geliyor: Oysa, çok daha fazlasının gelmesi lazım. Edebiyattan madenciliğe, güzel sanatlara, tarımdan hükümete kadar her konuda yenilikçilik mümkün, ve var. Bize gitgide uzaklaşan bir güzel sanatlar dalı olan opera da yenilikçilikten payını alıyor. Bizden bakınca, sığ bir bilgisizlikle “zaten öldü, ölüyor” denilen opera, hayatta. Gelişmiş ülkelerde yeni kuşakları da cezbedecek bir yenilikçilik döneminde çoktandır. Örneğin: Fransız, ama Avrupa’ya mal olmuş besteci Claude Debussy’nin bu yıl 100’üncü ölüm yıldönümü. Onun, 1902 tarihli Pelléas et Mélisande adlı tek operası, yepyeni bir tasarımla, sıfırdan bir rejiyle sahnelenmeye başlandı. Konu ve müzik aynı, ama geri kalan herşey Sanayi 4.0 dünyamıza uyarlandı. Debussy, Belçika’nın Nobelli edebiyatçısı Maurice Maeterlinck’in eserini adeta satır satır bestelemişti: İmkânsız bir aşkın trajik öyküsü.
Sahne desteği NASA’dan
Belçika’nın Anwers/Antwerp kentindeki Opera Ballet Vlaanderen, operada yenilikçi uygulamalarına bir yenisini daha ekledi. Çağdaş sanatı gündelik yaşamına emdirmiş kültürlerde çok iyi tanınan Sırp asıllı Amerikalı kavramsal performans sanatçısı Marina Abramovic, Debussy operasının sahne tasarımını üstlendi. Hollandalı yenilikçi modacı Iris van Herpen, giysileri tasarladı. İtalyan grafik sanatçısı Marco Brambilla operanın dijital video konumlandırmasını yarattı. (Şu eseri bir fikir verir: https://vimeo.com/5082155) Marina ve Marco, 1902 yapımı bir operayı bugüne bile değil, yarının ötesine taşıdılar. Sahneye çapı 7 metreyi bulan içbükey bir ayna (“ruhun gözü”) yapıldı. Marco’nun NASA/Hubble teleskopu kayıtlarından seçtiği gerçek uzay görüntüleri bu gözün önünden bir trans seansı gibi akıyor. Marina, tavandan sahneye monolitik dev kristaller indiriyor. Debussy’nin öte âlemden, rüya gibi, izlenimci müziğiyle bu sahne tasarımı arasında yüz yıl değil, yüzyıllar mesafe var. Sadece 3 ana karakter ve 7 dansçı için yapılan koreografi de apayrı bir başka sanat eseri. https://vimeo. com/254460100?from=outro-embed
Opera ve siyaset ilişkisi
Operada yenilikçilik, sahneleme yöntemlerinde yaratıcılara sonsuz fırsatlar veriyor. Aynı zamanda, operanın “ne anlama geldiği” konusunda da yine yenilikçi (ve daha önce örneği olmayan) yöntemler akla gelir oldu. Buna en yeni örnek, opera ile siyaset ilişkisine bakan, Londra’da Victoria & Albert Müzesi’nde 25 Şubat’ta sona erecek olan “Opera: Tutku, İktidar, Siyaset” başlıklı sergi. Şimdiye kadar çeşitli operalarda kullanılan kostümler, ilgili eşyalar çok sergilenmişti. Ama opera ile döneminin siyaseti arasında bağlantı kuran bir akademik sergi yapmayı akıl eden olmamıştı.
Yedi şehir, yedi opera
Londra’daki gayet zengin sergi, opera-iktidar-siyaset ilişkisini 7 şehir 7 opera üzerinden inceliyor. Venedik için Monteverdi. Londra için Handel. Viyana için Mozart. Milano için Verdi. Paris için Wagner. Dresden için Richard Strauss. Leningrad için Dmitri Şostakoviç. Bu operaların bestecileri ile dönemin iktidar- siyaset ilişkisi hakkında hem müzik tarihi, hem siyasi tarih açısından ortak paydalar buluşturulmuş. Örneğin, Alman olmasına rağmen İngiltere’de yaşayan, eserleriyle oradan dünyaya açılan Handel, eğer o sıradaki İngiltere Kralı “resmen” Alman olmasaydı, acaba Londra’ya gelir miydi? Evet, yanlış okumadınız: 1714’te Kraliçe Anne, çocuksuz öldüğü için tahta çıkacak protestan varis yoktu. Almanya’da Hannover Elektörü Ludwig, İngiliz eşinin akrabalık ilişkisi sayesinde İngiltere tahtına davet edildi. Müzisyeni Handel de peşinden geldi... Mozart’ın Viyana’daki süper verimli yıllarının, Aydınlanmacı, reformcu İmparator İkinci Jozef dönemine rastlaması sürpriz değil... 1840’larda Avusturya yönetimindeki Kuzey İtalya’da bağımsızlık fikrini kıpırdatıp şahlandıran Verdi’nin Nabucco operasında “Kölelerin Korosu” (Va, pensiero), resmi makamlar tarafından “fazla” milliyetçi bulunmuş, sansüre uğramıştı: Ne de olsa opera, döneminin en etkili medya aracıydı, radyosu, televizyonu, sosyal medyasıydı.