Önlem almazsak büyüme hızımız ne olur? Ne gibi önlemler alabiliriz? Bunl

Fatih ÖZATAY
Fatih ÖZATAY EKONOMİDE UFUK TURU dunyaweb@dunya.com

 

Bu ayki yazıda önce açıklanan dördüncü paketin ne kadar çare olacağını sorgulamak istiyorum. Daha sonra krize karşı neler yapılabileceğini ele alacağım. Bu yapılabileceklerin hem büyümeye, hem de bütçeye etkilerine yoğunlaşacağım.

Açıklanan önlemlere şöyle bakmak yararlı olacak: Krizin Türkiye'yi vurduğu dört kanaldan hangisine çare oluyor bu önlemler? Yani, iç kredi tıkanıklığına karşı pakette bir şey var mı? Dış kredi tıkanıklığını gidermek için neler öneriliyor? Tüketici ve yatırımcı güvenini artıracak mı? Bu üçünün bir bileşkesi olarak iç talebi artıracak mı? İhracata faydası olacak mı?

Bu çerçevede bakıldığında açıklanan dördüncü pakette iç talebe ilişkin bazı önlemler olduğu hemen belirleniyor. Diğer soruların yanıtları ise açık ki 'hayır' şeklinde. Dolayısıyla, bir bütünlük yok dördüncü pakette. Ancak tamamlayıcı yeni bir paketin açıklanmak üzere olduğu şeklinde beyanatlar var. Hem Türkiye'yi vuran dört kanaldan birine yönelik bir şeyler olduğuna bakıp, hem de tamamlayıcı yeni bir paketin eli kulağında olduğu düşünüp gönül rahatlığıyla dördüncü paket için "hiç yoktan iyidir" diyebilir miyiz?

Otomotiv pazarının yapısı

Otomotiv Sanayicileri Derneği'nin internet sayfasında yer alan ayrıntılı bilgileri kullanarak iki tane tablo hazırladım. Tablo 1'de 2008 yılında otomotiv sektörünün toplam araç (otomobil, hafif ticari, kamyon, otobüs, minibüs, midibüs ve traktör) üretimi, bu üretimin ne kadar ihraç edildiği ve ne kadarının Türkiye'de satıldığı yer alıyor. İlk 'Pay' başlıklı sütunda ise toplam üretimin yüzde ne kadarının ihraç edildiği, ne kadarının iç piyasada satıldığı belirtiliyor.

Yine aynı tabloda 'İç pazarda satış' başlığının karşısında 2008 yılında yurtiçinde satılan araç sayısı yer alıyor. Ayrıca bunun ne kadarının yerli üretimle, ne kadarının da ithalatla karşılandığı gösteriliyor. İkinci 'Pay' başlıklı sütunda da yurtiçi satışların ne kadarının ithalattan ne kadarının yerli üretimden geldiği belirtiliyor. Tabloda ayrıca otomobil için de aynı bilgiler gösteriliyor.

Ne görüyoruz? Birincisi, tüm sektörün ürettiği ürünlerin yüzde 80'i ihraç ediliyor. Otomobil için ise bu oran daha yüksek. İkincisi, içeride satılan araçların yarısından fazlası ithal ediliyor. Otomobilde ise bu oran yüzde 70'e yakın.  Tablo 2'de ise 2008 ve 2009'un ilk iki ayında sektörde yaşanan gelişmelere ilişkin bilgi var. Asıl düşüş ihracat ve iç pazarda satılan araçların yerli üretimle karşılanan kısmında. Araç ithalatı aynı hızla düşmüyor.

Açıklanan önlemler üretimin sadece beşte birlik kısmını ilgilendiriyor. Ayrıca bu önlemler önemli ölçüde ithal ürünlere yarıyor. Farklı bir ifadeyle durum şu: Otomotiv sektöründe (ana sanayide) kapasite kullanımı OSD verilerine göre yılın ilk iki ayında yüzde 33 olmuş. İlk iki aylık üretimin yüzde 83'ü ihraç edilmiş. Alınan bu vergi önlemi ihracata yaramayacağına göre kapasitenin sadece yüzde 5.6'lık (yüzde 33-yüzde17) kısmını ilgilendiriyor. Şüphesiz bu önlemelerle bir miktar kapasite kullanımı artacak, belki bu 5.6 rakamı 10'a çıkacak. Ama o kadar işte.

İlke ne olmalı?

Tabii ki araç satışı artınca, bu artış önemli ölçüde ithal ürünlere yarasa da sonuçta önemli bir ticari faaliyet oluyor, piyasa hareketleniyor… Doğru. Doğru ama iç talebi artırmaya çalışırken, doğrudan yerli üretime yönelecek önlemlere ağırlık veremez miyiz? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: Kamu bütçesine aynı yükü getirecek ekonomik önlemler alternatifleri içinde hangisini seçelim ki, yurtiçi üretime ve dolayısıyla istihdama katkısı en yüksek olsun?

Şöyle düşünelim: İşsizlere ve düşük gelirlilere parasal yardım yapsak, bütçeden onlara aktardığımız paralarla ne yaparlar? Aktarılan paranın neredeyse tümüne yakının tüketime gideceği açık. Ekonominin hızla küçüldüğü bir ortamda bu istediğimiz bir sonuç. Peki, yeterli mi?

Değil elbette. Bu sadece sağlanması gereken ilk koşuldu: Yani bütçeden aktarılacak paranın, deyim yerindeyse 'üzerine yatılmaması', harcanması gerekiyor. Tamam, harcanacak da nereye harcanacak? Büyük ölçüde ithal mallara harcanacaksa bunun sağlayacağı yarar sınırlı olacak. Harcamanın önemli bir kısmı yurtdışındaki şirkete gidecek.

Oysa aynı harcama yurtiçinde üretilen mala yapılsaydı tüm para yurtiçinde kalacak ve yeniden harcanacaktı. Yapılan harcamalar karşısında yeni kârlar elde edilecek, çalışanların ücretleri ödenecek, onlar da harcama yapacaktı. Açık ki bütçeden yapılan transferin yerli mala harcanması ile ithal mala harcanmasının doğurdukları milli gelir oldukça farklı düzeylerde olacak.

Bu kısa tartışmadan ortaya çıkan sonuç şu: Bütçe kaynaklarınız kısıtlı ise ve bu kısıtlı kaynaklarla durgunluğa bir miktar çare bulmak istiyorsanız dikkat etmeniz gereken iki temel nokta var. Birincisi, harcama eğilimi en fazla olan kesimlere kaynak aktarmalısınız. İkincisi, bu kesimler arasında da yerli malları daha fazla kullananlara yönelmelisiniz.     

Hayat elbette bu kadar kolay değil. İki temel zorluk var ortada. Otomotiv sektörü Türkiye için çok önemli. Sadece ana sanayi önemli değil, bir de yan sanayi var. Her ikisi birden büyük bir istihdam yaratıyor. Küresel kriz nedeniyle dış talebin bıçak gibi kesilmesi bu sektörü can evinden vurdu. Sektörü rahatlatacak bir şeyler planlamak gayet anlaşılır bir çaba. Ama bütçe imkânlarınız kısıtlıysa, bu durumda başka alanlarda daha fazla milli gelir ve istihdam yaratabilecek bütçe kaynaklarını 'daha az yararlı' bir alana kaydırmak zoruna kalıyorsunuz.

İkinci zorluk orta vadeli perspektifte düşünülünce ortaya çıkıyor. Aynı kaynakları altyapı yatırımlarına ayırarak, ileride Türkiye'nin potansiyel üretim düzeyini artırmak mümkün olabilir. Oysa kısıtlı bütçe imkânlarını 'dereyi geçmek' için kullanmış oluyorsunuz doğrudan tüketime gidecek önlemlerle. Bu önlemler ister bir sektöre yönelik olsun, ister düşük gelirlilere yardım şeklinde; fark etmiyor bu perspektiften bakınca.

Öte yandan ortadaki dere de sakin bir dere değil, deli gibi akan bir nehir. O deli sularda boğulmadan karşı kıyıya geçmek gerekiyor. İşte tam da burada bütüncül yaklaşımın önemi ortaya çıkıyor. Öyle bir ekonomik program ortaya konulmalı ki, programın unsurları arasındaki etkileşim mükemmel olmalı. Bir önlem diğerinin 'ayağına basmamalı'.

Döviz kredilerine garanti

Önlemler konusunu dünyadaki son yazılarımda sık sık ele aldım. İlk ekim ayı yazımda kısaca değinmişim önlemlere. Kasım yazısı ise tamamen önlemlere ayrılmış. O önlemlerden yerli para cinsinden kredilere garanti verecek, böylelikle bankaların risk algılamasını azaltacak bir kredi garanti fonu kurulması (KGF diyelim: İlla mevcut KGF olması gerekmiyor) önerisi yaygın bir kabul gördü. Bu öneriyi burada tekrarlamayacağım. Döviz cinsinden de aynı tür bir mekanizma tasarlanabilir. Bunu açayım:

Şirketlerin yurtdışı bankalardan aldıkları ve vadesi 2009'da dolan önemli miktarda döviz kredileri var. Bunları ödemek için yeni borç bulamazlarsa, kendi kaynaklarından ya da yurtiçinden döviz bularak bu borçlarını ödemeleri gerekecek. Bu, şirketlerin küçülmeleri (üretimin azalması) ve kurun artması anlamına gelecek. Döviz kredilerine garanti verecek sistem şöyle düşünülebilir:

Hazine: Döviz cinsinden kaynak aktarıyor (sermaye koyuyor) KGF'ye. Bunun için IMF'den gelecek paranın bir kısmı kullanılıyor.

Döviz geliri olan şirket: Döviz kredisi almak için bir bankaya başvuruyor.

Banka: Kredi talebini inceliyor. Kredi açmaya değer görüyorsa şirketi, açacağı kredinin bir miktarına kefil olması için KGF'ye başvuruyor. Bu miktar, mesela, kredinin yüzde 70'i olsun (70 dolar).

KGF: Bankadan gelen kefalet talebini ve talebe konu olan şirketi inceliyor. Kısa sürede kararını veriyor. Kararı olumluysa, şirketten alacağı bir komisyon karşılığında kredinin yüzde 70'ne kefil oluyor. Kararını bankaya bildiriyor.

Banka: KGF'nin kefaletini Merkez Bankası'na (MB) bildiriyor. Bu garantiyi MB'ye vererek karşılığında 70 dolarlık reeskont kredisi istiyor.

Merkez Bankası: Mesela libor+0.5'lik bir faiz ile bankaya 70 dolarlık reeskont kredisi açıyor. Bu kredinin kaynağı, birinci olarak IMF'den gelecek paranın bir kısmı olabilir. İkinci olarak, bankaların MB'den döviz borçlanma limitlerinin yarısı bu işe ayrılabilir.

Banka: MB'den aldığı 70 doların üzerine 30 dolar da kendisi koyuyor ve şirkete krediyi açıyor. Kredinin şirkete maliyetine (kredi faizine) MB bankayla anlaşarak şeffaf biçimde bir üst sınır koyuyor.

Bir örnek ve karşılaşılabilecek riskler

Gelin bu işi rakamsallaştıralım. IMF ile anlaşılsın ve 2009'da IMF'den 15 milyar dolar gelsin. Bunun 4 milyar doları ile kamunun dış borç geri ödemesini gerçekleştirelim. 1.8 milyar dolarını KGF'ye sermaye olarak koyalım. O da bu parayı ticari bankalarda mevduat olarak tutsun. Geriye kalan 9.2 milyar dolar MB hesaplarına geçsin.

Bankaların kredi garanti sistemine katılmalarını teşvik etmek amacıyla, sisteme katılacak bankaların MB'de tutmak zorunda oldukları döviz cinsi zorunlu karşılık oranı düşürülsün. IMF parasından MB'ye giden 9.2 milyar doların böylelikle 2.2 milyar doları ticari bankalar gitmiş olacak. MB'de kaldı 7 milyar dolar.

Bu durumda KGF 7 milyar dolarlık krediye kefil olacak. Sermayesi 1.8 milyar dolar. Demek ki yaklaşık 4'lük bir kaldıraç oranı ile çalışacak. MB 7 milyar dolarlık reeskont kredisi verecek. Bankalar ise 3 milyar doları kendi kaynaklarından sağlayacak. Aslında bu 3 milyar dolardan daha fazla bir tutar (KGF mevduatı ve zorunlu karşılıklarda indirim ile 4 milyar dolar) kasalarına giriyor. Şirketlere 10 milyar dolar tutarında kredi açılabilecek. Bankalar da kendi dış borç ödemeleri için rahatlayacaklar (1 milyar dolar kadar).

Bu sistem ne anlama geliyor ve riskleri neler? Biraz da bu sorun yanıtına bakalım.

Merkez Bankası: Bir riski yok. Ticari banka MB'den aldığı paranın üzerine kendisi de para koyarak şirkete krediyi açtığından, ilk başta MB'nin rezervleri azalıyor. Kredilerin vadeleri dolduğunda, MB parasını tahsil ediyor ve rezervler eski düzeyine dönüyor. Ek olarak MB ticari bankaya verdiği paradan faiz geliri elde edecek. Öte yandan şirket krediyi batırsa da MB'nin bir riski yok. Her durumda, parasını, muhatabı olan ticari bankadan tahsil ediyor. Olsa olsa tek derdi bu 'işe' neden girdiğini tüm dünyaya anlatması. Ama zaten herkes bu türden olağandışı önlemler alıyor; bu bir sorun oluşturmaz.

Ticari Banka: Asli işlevine (kredi açmaya) onu geri döndürecek bir mekanizma olduğundan kazançlı. Faiz kârı, MB ile ortaklaşa saptadıkları şirket kredisi faizi ile MB'den borçlanma faizi arasındaki fark kadar. Dolayısıyla faiz getirisi üstten sınırlanıyor. Riski, şirkete açtığı kredinin KGF'nin kefalet vermediği kısmından doğuyor.

KGF ve Hazine: Bu ikisini beraber düşünmek gerekiyor, zira sonuçta KGF'ye sermaye veren Hazine. Dolayısıyla, kefil olunan şirket krediyi geri ödeyemezse, risk Hazine'de. Normal koşullarda batık oranı yüzde 3-4 dolaylarında. Bu kriz ortamında kredilerin yüzde 15'nin battığını düşünelim. Hazine'nin riski bu durumda 1.5 milyar dolar olur. Ancak kefil olunan kredilerden KGF komisyon alacak. Ayrıca bankalarda mevduatta tuttuğu paradan faiz geliri elde edecek. Bu durumda risk daha az olacak.

Şirket: Şirket açısından ek bir riski yok sistemin. Normal zamanda aldığı kredilerden doğan riski neyse aynı risklerle karşı karşıya. Sistemin ona faydası ise açık: Döviz cinsinden krediye erişebiliyor.

Vergi ödeyenler: Kriz dönemi geçip her şey normale döndükten sonra, mesela 2012'de, istenirse bu fon kapatılır. Fonun sermayesi ve kârı ya da zararı Hazine'ye geçer böylelikle. Eğer zarar oluştuysa bu tüm vergi ödeyenlerin üzerine biner. Ama böyle bir sistem olmadığında, ekonomi çok daha fazla küçüleceğinden özellikle toplumun bir kesimi (mesela çok sayıda insan işini kaybedecek) çok daha fazla zarar görecektir.

Doğrudan tüketimi artırmak için

Lira cinsinden krediler için daha önce önerdiğim ve yukarıdakine benzer ama daha basit olan mekanizma yine çalışır. Ama döviz kredilerinde önerdiğime paralel biçimde MB'nin reeskont kredilerinin devreye girdiği bir sistem de düşünülebilir. Ya da bu ikisinin bir karışımı olabilir.

İç talep yerlerde sürünüyorken tek başına kredi garanti sisteminin bir çözüm olmayacağı açık. Zaten yukarıda 'İlke ne olmalı?' başlığı altında değindiğim bütüncül yaklaşım gereksinimi bu nedenle ortaya çıkıyor. Birden fazla cephede savaşmak gerekiyor.

Yine yukarıda değinildiği gibi harcama eğilimi yüksek olan ve daha çok yerli mallara harcama yapacak kesimlere para aktardığımızı düşünelim. Kim bunlar? İşsizler, düşük maaşlı emekliler ve Sosyal Güvenlik Kurumu'ndan maaş bağlanan yaşlı, sakat ve maluller.

İşsizlik yardımından yararlanma koşulları çok zorlu. Bu nedenle yararlanan sayısı mevcut işsizlere kıyasla çok az. Ayrıca yardım miktarı da düşük bir düzeyde. Yararlanan sayısı ve yardım miktarı artırılabilir.

Hükümetin açıkladığı üçüncü pakette ki krize karşı bir önlem paketi değil de daha çok 'torba yasa' izlenimi veriyordu, krize karşı dişe dokunur tek önlem kısa çalışma ödeneğinin ödeme süresinin ve miktarının artırılmasıydı. Bu olanaktan yararlanma koşulları da oldukça zorlu. Yine de çıkan haberlere göre yararlanmak için başvuran şirket sayısı hızla artıyor.

İşsizlik yardımının artırılması ile bu önlem birlikte ele alınabilir. Böylelikle daha doyurucu sonuç elde edilir. Ek olarak belli bir düzeyin altında maaş alan emeklilere, yaşlı, sakat ve malullere bir defalık parasal yardım yaptığımızı düşünelim. Bütün bu önlemlerin büyüme hızına etkisi ne olur?

Bu sorunun yanıtına geçmeden önce hiç önlem alınmazsa ne olacağına bakmakta yarar var. 1998-2008 dönemi için çeyrek dönemlik verileri kullanan oldukça küçük ve basit bir model kurdum. Bu basitlik her türlü ayrıntıdan kurtularak sadece büyümeye odaklanmaya yarıyor.

Bir şey yapılmazsa 2009'da yüzde 6.5 oranında küçülebiliriz

Modelde mal ve hizmet ithalatı, özel yatırım, özel tüketim ve milli geliri belirleyen dört tane denklem var. 1998'in ilk çeyreği ile 2008'in üçüncü çeyreği arasındaki verileri kullanarak bu değişkenler ile onları belirleyen (dışsal) değişkenler arasındaki ilişkinin yönünü ve büyüklüğünü saptıyorum.

Bu aşamadan sonra ise modelin ne ölçüde sağlıklı çalıştığını anlamak için, 2002'nin ilk çeyreği ile 2008'in üçüncü çeyreği arasındaki dönem için sadece dışsal değişkenlerin gerçek değerlerini kullanarak tüketim, yatırım, ithalat ve milli gelirin modelce tahmin edilen değerlerini buluyorum. Sonuç şu: Büyüme hızını model ortalamada yüzde 2 dolayında bir hata ile tahmin ediyor.

Son olarak, mevcut ortamın değişmeden sürdüğü varsayımı ile 2008'in son çeyreği ile 2009'un son çeyreği arasındaki dönem için dışsal değişkenlerin alacakları değerleri saptıyorum. Tablo 3'de 'temel senaryo' altında dışsal değişkenlerin aldığı değerler var. Tabloda yer almayan tek dışsal değişken ise liranın reel değeri. Tüm senaryolarda şubat sonundaki düzeyinde sabit tuttum reel kuru.

Şu andaki durum sürerse yüzde 6.5 ile 8.5 arasında bir küçülme mümkün 2009'da. Tahmini, aralık halinde vermemin nedeni modelin az önce sözünü ettiğim hata payı. Son alınan önlemler nedeniyle (üçüncü ve dördüncü paket) yüzde 6.5'e daha yakın bir yerde olduğumuzu düşünelim.

Önlem alırsak küçülme hızımız ne olur?

Bu soruya TEPAV'da yaptığımız bir çalışmanın sonuçlarına değinerek yanıt vermeye çalışayım. Yukarıda belirtilen önlemler tekraren şunlar:

1) IMF ile anlaşma ve 15 milyar doların 2009'da gelmesi. 2) Döviz cinsinden kredilere garanti verecek bir kredi garanti fonu kurulması. 3) Bu fona IMF'den gelecek paranın küçük bir kısmının aktarılması. 4) Merkez Bankası'nın ticari bankalara döviz cinsi reeskont kredisi açması. 5) Merkez Bankası'nın bankaların döviz cinsi zorunlu karşılık oranlarını düşürmesi. 6) Bütçeden lira cinsinden kredilere garanti verecek bir kredi garanti fonuna sermaye aktarılması. 7) İşsizlik yardımının süresinin ve yararlanma miktarının artırılması. 8) Düşük maaş alan emeklilere yaşlı, sakat ve malullere bir defalık parasal yardım yapılması.

Bunların tümünün hemen gerçekleştirilmesi halinde, bizim hesaplarımıza göre nihai etki küçülme hızını 4.5 puan azaltmak yönünde oluyor. Şüphesiz bu etkinin tümü 2009'da ortaya çıkmayacak. Önemli bir kısmı 2010'a sarkacak. Yaptığımız hesaplar, bu tedbirlerin 2009'daki küçülme hızını 2 puan düşüreceği yönünde.

Şu noktayı da unutmamak gerekiyor. Temel senaryodaki yüzde 6.5 oranında küçülme tahmini önemli ölçüde ihracattaki baş aşağı gidişattan kaynaklanıyor. Tablo 3'te mal ve hizmet ihracatımızın reel olarak yüzde 9.8 oranında azalacağı varsayımı var 2009'da. Oysa ihracatımız 2008 düzeyinin yüzde 1 gibi üzerinde olsa, aynı teknik model bize 2009 küçülmemizin yüzde 6.5 değil de yüzde 3.5 dolayında olacağını söylüyor. Diğer bir ifadeyle, küresel piyasalar öngörülenden daha çabuk toparlanırsa bu tahminlerdeki küçülme hızını azaltmak gerekir. Tersi de olabilir şüphesiz. Peki, bütçeye yük ne kadar olacak?

Bütçe gelirleri öyle bir hal aldı ki, neredeyse yüzde 70'i içinde bulunulan yılda yapılan tüketim harcamaları gibi kalemlerce, diğer bir ifadeyle o yılın milli gelirince şekilleniyor. Temel senaryo gerçekleşir ve ekonomi önemli ölçüde küçülürse, zaten gelirlerimizde önemli biz azalma olacak. Tahminimiz, mevcut koşulların sürdüğü temel senaryo altında bütçe açığının milli gelirin yüzde 6'sı kadar olması.

Oysa alınacak önlemlerle 2009'daki küçülme hızını düşürebilirsek vergi gelirlerimizdeki azalma da frenlenmiş olacak. Bu ek vergi kazancı üstelik 2009 bütçe hesaplarına girecek. Dolayısıyla, yukarıda değinilen önlem bütününün bütçe açığını artırıcı etkisi sadece 'düğmeye' basıldığında olacak. Bizim hesaplar, düğmeye basıldığında temel senaryoya kıyasla milli gelirin 1.5 puanı kadar artan bütçe açığındaki gerçek artışın, 2009 sonunda 0.8 puanla sınırlandığını gösteriyor. 2010'a sarkan milli gelir etkisi dikkate alındığında ise açıktaki artış ortadan kalkıyor.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Havuz problemi 01 Ağustos 2018
Elbette zor ama mümkün 20 Haziran 2018
Bazı basit gerçekler 06 Haziran 2018