Öngörülemez olmanın kaçınılmaz maliyeti
Biliyorsunuz ülkelerarasında çeşitli açılardan sınıflandırmalar yapmak, farklı bilimsel disiplinler açısından yaygın bir eğilim. Benim çok ilgimi çekenlerden biri, davranışsal sosyoloji bağlamında hem bizi, hem de pek çok yönden farklı bir toplum olan Japonya'yı içine alan bir kümeleme idi: Daha çok "doğulu" üst kimliği altında toplanabilecek ülkelerin oluşturduğu bu küme içindeki toplumlar düşündükleri ile söyledikleri birbirinden farklı olan, bu nedenle gerçek iradeleri ve isteklerinin tespiti için başka yöntemlere ve kriterlere ihtiyaç duyulan topluluklardı; yani bu toplumları oluşturan bireyleri, örgütleri ve kurumları ilgilendiren analizlerde bu özelliklerini unutmamak gerekirdi. Uzun yıllar boyunca gerek iş hayatında, gerekse özel seyahatlerde farklı ülkelerden pek çok kişi ve kurum ile ilişkilerde bunun büyük ölçüde doğrulandığını gözlemledim. Türkiye'nin her zaman kaotik ve gürültülü görünen gündeminin de böyle bir soyutlama gerektirdiğini, gerçek düşüncelerimizin, hedeflerimizin ve sorunlarımızın konuştuklarımızdan değil, davranışlarımızdan ve eylemlerimizden çıkarılabileceğini düşünüyorum. Şimdiye kadar çokça yaşadığımız gibi yörünge sapmalarının ve zaman kayıplarının azaltılması ve gerçekçi bir yol haritasının hazırlanması böyle bir yaklaşımla kolaylaşabilir.
Politikalarda dönüşler, göçmenler ve Brexit
Gerçekten de zaman zaman büyük çoğunluğumuzun içine sürüklendiği yanılsamalar, aslında ne tarihsel gelişim çizgimize, ne de çıkarlarımıza uygun düşmediği halde dışarıya uzun süre ortak payda gibi yansıyor ve ülke olarak imajımızın zarar görmesine, daha kötüsü sınırlı kaynaklarımızı ve rekabetçi konumumuzu güçlendirmek için giderek kıtlaşan zamanımızı yanlış kullanmamıza yol açıyor. Son birkaç yılda neredeyse elli yılı aşkın bir süre boyunca kemikleşmiş dış politika ilkelerimizi tersyüz ettiğimizi düşündüren tutum sergileyip sonunda ancak bunun bize sancılı bir yalnızlıktan başka bir kazanım sağlamadığını anlayınca eski pozisyonumuza dönmeye çalışmamızı başka şekilde açıklamak güç. Üstelik işler yolunda gibiyken tavan yapmış görünen gururlu ve üstten bakan tavrımız, bu gerçekçi dönüşü kolaylıkla gerçekleştirmemize engel olmuyor. Bunu esneklik olarak olumlu nitelememiz pekala mümkün, ama dış dünyanın algılaması açısından güven arttırıcı olmadığı kesin. Geçmişte Türkiye üzerine okuyup kafa yormuş bazı tanıdık batılı uzmanların, ilk duyduğumda beni şaşırtan, "büyük potansiyeliniz var ama özgüveniniz eksik" yargısının nedenlerini de giderek daha iyi anlıyorum.
AB ile ilişkilerimiz de bu çift kişilikli tutumumuzun sıkça ortaya çıktığı bir alan. Bir yandan ortak değerler bakımından ne kadar yakınsadığımızı hiç önemsemeden neden üyeliğe bunca zamandır kabul edilmediğimizi kızarak sorguluyoruz, bir yandan Suriyeli göçmenlerin de, kendi gençlerimizin de neden burada değil de orada yaşamak istediğini anlamak istemiyoruz. En kötüsü de bu yüzden ilişkinin sağlıklı bir zemine oturmasını da sağlayamıyoruz. Oysa çok farklı bir nedenle de olsa göçmen sorunu AB ile ilk kez karşılıklı yararlar temelinde anlamlı bir diyalog geliştirebileceğimiz, Türkiye'nin değerli bir ortak olabileceğini gösterecek bir fırsat niteliğindeydi. Şimdi ise ne kendi halkımızı, ne AB'yi, ne de göçmenleri mutlu eden bir bilmeceye dönüşmekte. Son "Brexit" olayında da yetkililerimizin tepkileri ve aceleci yorumları bu tartışmalı yaklaşımımızın yeni bir dışa vurumu gibi. İngiltere'nin başlangıçtan itibaren AB'ye üye olma konusunda, farklı ekonomik yapısı ve bağımsız siyasi politika geleneği dolayısıyla, mütereddit olduğunu, bu nedenle parasal birliğe de katılmadığını, bununla birlikte referandumdan önceki son güne kadar Başbakan dahil büyük çoğunluğun ve kamuoyu araştırmalarının beklentisinin hatta temennisinin "AB'de kalma" yönünde bulunduğunu, özellikle gençlerin tümüyle kalmaktan yana tercih kullandığını ve sürpriz sonucun da küçük bir marjla oluştuğunu dikkate almadan "bu sonuç AB'nin dağılmasının başlangıcıdır" şeklinde bariz bir memnuniyetle yapılan bu açıklamalar, bizim müzakere sürecinin neden bu kadar uzun ve sallantılı olduğunu da kısmen açıklıyor. Hiç üye olmasak bile en önemli ticaret ortağımız ve doğrudan dış yatırım kaynağımız olan AB'nin tek parça olarak devamının dağılmasına oranla bizim hem ekonomi hem de dış finansman bağlamında çıkarlarımıza daha uygun olduğunu düşünmediğimiz gibi, hem İngiltere'nin hem de kendi kararlarıyla şimdiye kadar AB'nin dışında kalan Avrupa ülkelerinin de açık şekilde birliğin devamından yana olduklarını görmezden geliyoruz. Kaldı ki İngiltere, daha resmileşmemesine rağmen ayrılık kararının faturasını sterlin'in değerinde ve hisse fiyatlarında büyük düşüş ile şimdiden ödemeye başladı. Bizim de euroda oluşacak değer düşüklüğünün dış ticaret dengemize vereceği zararı ve Avrupa piyasalarındaki dalgalanmanın Türkiye'den kaynak çıkışına yol açması ihtimalini düşünüp kaygılanmamız daha isabetli olur.
Restorasyon mu, tahribat mı?
Öte yandan, tam da yukarıda söz ettiğimiz davranış kodlarımıza uygun ve brexit yorumlarımızla çelişkili şekilde, AB ile müzakere sürecinde yeni bir fasıl açıldığını birlik yetkilileriyle birlikte övünerek açıklıyoruz. Demek ki dış politikada olduğu gibi bu konuda da asıl isteğimiz rasyonel patikalara dönüş diyecek oluyoruz, üstelik Doğu Akdeniz'deki doğalgazın Avrupa'ya taşınması vesilesiyle süreci tıkayan önemli sorunlardan biri olan Kıbrıs kilidinin de açılması umudu belirmişken..
Ama birdenbire sayısını unuttuğumuz reform paketlerinden bir yenisi çerçevesinde hazırlanan yepyeni bir "varlık barışı" yasa taslağı ile karşılaşıp şaşırıyoruz. Neredeyse koşulsuz bir şekilde, kara para dahil kaynağına bakılmaksızın ve hiçbir vergi ödemeksizin, herkese yurt dışından varlıkları bankacılık sistemi üzerinden getirmesi halinde hiçbir soruşturma yapılmayacağını, Kaçakçılık ve Sermaye Piyasası Kanunu gibi mevzuatın (bu arada her nedense Veraset ve İntikal Vergisi’nin) da uygulanmayacağını öngören bir tasarı. Artık söylemekten bıktığımız haksız rekabet ve ahlaki tehlike boyutu bir yana, ülkenin imajı ve zaten parlak olmayan hukuk karnesi yönünden ciddi bir hasar yaratması muhtemel. Üstelik tam da, birkaç ay önce yazdığımız gibi, dünyanın üzerinde uzlaştığı finansal bilgi değişimi ve vergi dışılığın küresel çapta önlenmesi kararları bizim de içinde bulunduğumuz G-20 toplantısında onaylanarak kesinleşmişken. O kadar ki, Türkiye'nin giderek "sakıncalı ülkeler" listesine girmesine bile yol açabilir.
Gelin de hangi davranışımızın gerçek irademiz olduğuna karar verin, oldukça zor değil mi?