Ölüm, hayatın arka kapısı

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK [email protected]

Ölüm... Hayatın arka kapısı. Oradan çıkıp sessizce gidiyorlar teker teker. Önce, hâlâ odadaymışlar gibi hissediyorsunuz, - arka kapı olduğunu bilmenize rağmen - yoo, hayırr, yapmamıştır bunu, terk etmemiştir diye düşünüyorsunuz, sonra büyük bir sessizlik!

Çıt yok! İşte, biraz daha yalnızlaştım...

Dostlarımın çoğunun yaşça benden büyük olmasından, o sıralı ölümlerle çok erken karşılaştım... Edip Cansever'den Cemal Süreya'ya; Sevim Burak'tan Attilâ İlhan'a onlar, "her ölüm erken ölümdür" dizesini hiç aklımdan çıkarmadılar; beni eksilterek, içimde uçurumlar yaratarak arka kapılardan çıkıp gittiler...

Daha yeni Kemal Özer için bir yazı yazmıştım ki, Demirtaş Ceyhun'u kaybettiğimiz haberi geldi. Ahh o Türkiye Yazarlar Sendikası yılları... Önce Aziz Nesin, sonra Oktay Akbal başkan, Ceyhun ise ikinci başkan... Orada birlikte çalıştığımız o güzel zamanlar. Bandırma Festivali'ni yaparken, elinde kocaman bir paketle gelişi "Sana bir armağan getirdim" diye... İçinde, imzalanmış bütün kitapları... İstanbul'dan üşenmemiş taşımıştı ağır paketi. Tabii sonra, ben de yeniden İstanbul'a götürmüştüm onu... Sendika seçimlerindeki küçük bir manevrası nedeniyle çok kırılmıştım. O, büyük bir ihtimalle farkında bile olmamıştı beni o kadar derinden üzdüğünün... Seçimlerde böyle şeyler olur, diye düşünmüştü belki de. Bense öyle duygusaldım ki... Kabullenememiş, bir şey söylemeyi de kendime yediremeyerek yalnızca konuşmamayı seçmiştim... Hem de yıllarca... Sonra nasıl oldu hatırlamıyorum, artık yaş aldığımdan mıdır nedir, yeniden konuşur olmuştum... İyi ki de öyle yapmışım... Bak, işte Demirtaş da yok artık...

Çook daha eski yıllardan tanıdığım Moli Teyze'nin (Mualla Eyuboğlu Anhegger), son senelerde meşhur olan Doğan Apartmanı'ndaki o hiçbir zaman unutmayacağım güzel dairenin sahibinin ölüm haberi geldi bu hafta başında. Mualla Eyuboğlu bir Cumhuriyet kızıydı. Köy Enstitüleri için Anadolu'nun 21 köyünde çalışmış bir mimar, başta Rumelihisarı ve Topkapı Sarayı Harem Dairesi olmak üzere sayısız tarihi eserin restoratörüydü. Anadolu, Rumeli ve İstanbul'daki Osmanlı mirasını günümüze taşımak için çalışmış bir isimdi ve de Sabahattin Eyuboğlu ile Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun kız kardeşiydi. Ama benim için, her şeyden önce Sarayburnu'na bakan o güzel evin sahibiydi…

Evin güzelliği, önce Doğan Apartmanı'nın etkileyici yapısı, ardından pencerelerden görülen manzaranın ötesinde, süsleriydi. Bırakın bir çocuğu, ben o yıllarda genç, delikanlı Faruk Şüyün için bile günlerce bakılacak, oynanacak şeyleri olan bir evdi. Orijinal hat, tezhib, minyatür örnekleri, tablolar, Türkçe, Osmanlıca, İngilizce ve Almanca çok sayıda kitap, müzik aletleri, porselen takımlar kadar beni ilgilendirenler rüzgâr gülleri, fırdöndüler, kuklalar, Karagözler, tavanlara asılı yüzlerce objeyle bezeliydi. Ev, yaşayan bir müzeydi. Tabii Moli Teyze ve Anhegger'le daha da güzelleşiyordu. İyi yürekli, dost o iki insandan, önce Anhegger çıktı kapıdan, şimdi, tam karşısındaki Topkapı Sarayı'nı da öksüz bırakarak Mualla Hanım. Bir de kendisiyle ilgili onlarca anektodtan örnek. Derler ki Harem Dairesi'nin restorasyonu sırasında Moli Teyze, hastalandığı günler, elinde dürbünle karşıdan çalışmaları izler, kaytaran olursa ertesi gün, hesabını sorarmış…

Mualla Eyuboğlu için bu köşede uzun bir yazı planlarken, eşi Salim Şengil'in seslenmesiyle Nezim'in ölüm haberi geldi. Nezihe Meriç de ona Salim Amca derdi, biz de bu iki sözcüğü benimsemiştik. Salim Amca'nın ardından Nezim de o kapıdan çıktı. Ve Türkçe'miz, çok önemli bir ustayı yitirdi. Öykülerini hayranlıkla okuduğum Nezihe Meriç'in anılarını kaleme aldığı ve bugün sayfamızda çarpıcı satırlarına yer verdiğimiz "Çavlanın İçinden Sessizce"nin ilk sayfalarından cümlelerle bitirirken yazımı, bir kez daha haykırmak istiyorum: O çıkıp gidenleri çok özlüyorum:

"Bu küçük köy evini, nasıl bana benzeyen bir biçemde döşedim! Yıllarca baktım ona. Enine, boyuna, derinliğine, köşelerine, pencere kenarlarına, taş döşemelerine, vernikli tahtalarına... Bir gün geldi, yere bir kilim serdim. Gittim geldim baktım. Sonra beyaz örtülü sedire iki yastık attım. Gene baktım; gene gittim geldim baktım. Bir kilime, bir yastıklara, bir kilime, bir köşelere. Pencereden başımı uzatıp baktım, kapıyı kaparken dönüp baktım... Ocağın yanına, denizin - hani sanki - lacivertine eş bir cam çanak, öbür yandaki rafın kenarına, pazardan alınmış, el işlemesi bir örtü; kim bilir hangi zamanda, nerede, nasıl yaşamış olduğunu hiçbir zaman bilmeyeceğim bir kızın çeyizinden alınma bir örtü. Pembe karanfiller, yeşil yapraklar. İçim hep bir hoş oldu ona bakarken. Sonra alıştım. Yere attığım kocaman minderlerin üzerinde de, gene böyle işlemeli yastıklar var. Şimdi artık onlar, benim minderlerim, benim yastıklarım. Benimle bütünleştiler."

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar