Olmasına olur ama!
Geçen yazımda yenilikçiliği bir girişimcinin bir icadı kullanarak getirdiği yenilikle bir veya bir kaç DIŞ pazarı ele geçirmesi çerçevesinde tanımlarsanız bu tanıma uyan yenilikçi girişimcimizin yok denecek kadar az olduğunu görürsünüz demiştim. Bu bağlamda bir şirketin tek amacı olduğunu, bu amacın o şirketin hizmet ettiği veya hizmet etmek istediği pazarlarda tekelleşmek olduğunu ve yenilikçiliğin bu amaca ulaşmak için an dolaysız yol olduğunu da söylemiştik. O zaman niye bizde bu işler bu iddialara uygun şekilde yürümüyor?
Bizde bu işlerin olmama nedenini anlamak için 'optimum' pazar büyüklüğü kavramını anlamak gerekir. Malum optimum en uygun, en elverişli demek. Bir şirket için optimum pazar şirkete yeteri kadar para kazandıracak kadar büyük, rakipleri barındırmayacak kadar küçük boyuttaki pazar demektir. Bazen pazar büyüklüğü kendiliğinden optimaldir. Söz gelimi bir küçük köye işini doğru dürüst yapan bir bakkal yeter. Bunlara pazar büyüklüğünün yarattığı doğal tekeller denir. Ayrıca, teknolojinin yarattığı doğal tekeller vardır. Genellikle bir bölgeye bir tane elektrik ya da su dağıtım şirketi yeter. Alt yapı teknolojisinin maliyeti bir ikinci şirketi ekonomik anlamda gereksiz kılar. Bir de konumuz olan yenilikçi işletmeler var. Onlar, kimsenin yapmadığını yaptıkları için doğal tekel durumundadırlar. Doğal tekeller yüksek kâr marjlarıyla çalışırlar ve iyi paralar kazanırlar. İhtiraslarını nispeten kontrol altında tutabilirlerse genellikle kazanmaya da devam ederler.
Eğer doğal tekel değilseniz düşük kâr marjıyla çalışacağınız için tatminkar bir kazanç için daha çok satmalı, sürümden kazanmalısınız. Bunun için de büyücek pazarlara ihtiyacınız vardır. Küçük pazarlarda iyi para kazanabilmek için yüksek kar marjları gerekir. Alıcıları satılan malın farklı olduğuna inandıramazsanız, yüksek kar marjını bulamazsınız. Bu farklılığı yaratmak zordur. Alıcıları ikna daha da zor olabilir. Ama pazar büyük ve göreceli olarak boşsa gömlek yapıp bir milyon kişiye farklılaşmadan da satabilirsiniz.
Türkiye üç büyük patlama gördü: Cumhuriyet'in ilk yıllarında ülkede hemen hemen hiç bir şey olmadığı için üretilen her şeyin alıcısı da hazırdı. 1951-1957 arasında da bir talep patlaması daha gördük. Her iki patlama olduğunda da ülke ekonomisi ithal ikamesi rejimi altında korunuyordu. Ne üretirsen üret, pazarı hazırdı. Üçüncü patlama 1980-2011 döneminde oldu. Bu sürede ülke milli gelirini on katına, kişi başına milli gelirini altı katına nüfusunu da neredeyse iki katına çıkardı. Aynı süre içinde dış borcunu 20 kat iç borcunu 370 kat arttırdı. Hemen her şeye talep arttı. Nüfus çok genç, borç harç para da bulmuş. Gözü de açılmış. Çorabını yamamıyor, pantolon ve ceketini yüzü eskidi diye ters yüz edip giymiyor, ağustos ayında anneannemin yaptığı gibi sandık sandık pazarda kalmış domatesi ucuza alıp salça yapmıyor, 3-D TV istiyor, iç güveyi olarak oturacağına kendi evini istiyor, ayda iki kere yerine her gün dışarıda yiyor, vakti yok paketlenmiş gıda istiyor. Talep de artmış talep çeşitliliği de. Ülke pazarı büyüdü ve de göreceli olarak boştu. İhracat konusunda da hem bilgi hem beceri konularında çok yol aldık. Yani bir de dış pazar olanağı var.
Şimdi diyelim ki siz paranızla spekülasyon yapmak yerine gıda sektöründe, hadi daha da daraltalım domates salçası dalında girişimcilik yapmak gibi bir arzuya kapıldınız. Ne yaparsınız? Ne yapacağınızı ben söyleyeyim. Üretici ile domates bağlantısı, bir İtalyan, Amerikan, Çin min mesela Rossi şirketi ile know-how anlaşması, bir dağıtıcı ağı ile de dağıtım anlaşmaları yapar işe koyulursunuz. Sonra Türkiye'den başta Irak olmak üzere Japonya falan gibi ülkelere ihracat yapan bir sürü iç şirketle ve Çin, İtalyan (ki onlar da Çin'den alırlar) şirketleriyle rekabete başlar, para kazanırsınız. Maliyetinizin yüzde 55'i domatese, yüzde 15'i enerjiye gider. Şansınız yörük giderse ülkemizde iklim koşulları elverdiğince ucuz domates bulur ve EU ve Çin'deki enerji fiyatlarıyla baş ederseniz, eh şöyle böyle iyi de para kazanırsınız.
Ama diyelim ki İzlanda'da oturuyorsunuz. Yerel pazar küçücük. Kardan buzdan domates de büyümüyor. Ne yaparsınız? Domatese rengini veren Lycopen'in prostat kanserini önleyen doğanın en güçlü antioksidantlarından biri olduğunu biliyorsunuz herhalde. Domateste bulunan amino butyric asitin (GABA) ise daha faydalı olduğu söylenen bir çok etkisinin bulunduğunu da. Bunların konsentrasyonlarının domates mesela güneşte veya dalında ne kadar kalıp ne kadar kurursa o kadar arttığını da bildiğinizi varsayalım. O zaman İtalyan Rossi firması yerine 2010 yılında bu bilgilere dayalı salça üretimi için patent müracatı yapan İngiliz Helen Thomson veya Brezilyalı Jose Castilho ile bir konuşayım diyip güneş salçasını icat eden dedelerimize dualar edip onlara gitmez misiniz? Gitseniz iyi olur yoksa bu işten ekmek yiyemezsiniz. Giderseniz bir bakarsınız domatesi güneyden alıp salçayı kuzeye ihraç eden İzlanda uyruklu yenilikçi bir şirket sahibisiniz. Yani Steve Jobs gibi bir başkasının icadını alıp yenilikçilik haline getirdiği gibi.
Sağlıcakla kalın.