Olgunlaşmamış grup beyni, bireyi de kısıtlar

Rüştü BOZKURT
Rüştü BOZKURT BUZDAĞININ DİBİ [email protected]

Ormanlar ağaçlardan oluşur ama tek tek ağaçların toplamı değildir; farklı bir ekolojik sistemdir. Orman görüntüsüne ağaçlar hakimdir ama yakından gözlendiğinde çok değişik canlı sistemlerin birbirini beslediği, çeşitliliğin egemen olduğu bir eko-sistem çıkar karşımıza. 

Topluluk ve toplumlar da insanlardan oluşur ama sadece insanların sayısal toplamı değildir. Kendine özgü beyni, algılama biçimi, değerler sistemi, kaynakları, kendini yeniden üretme yapısı ve işlevleri vardır. 

Ünlü beyin cerrahı Prof. Dr. Gazi Yaşargil, Milliyet Pazar’ da Güliz Arslan’ la söyleşisinde engin birikimini konuşturarak, “Sorun, sadece birey beyninin olgunlaşması değil, grup beyninin de olgunlaşması gerek. Bize ait olan beyin ile ait olduğumuz grubun görünmeyen toplam beyni önemli. Toplumlarda bin bir nicelik ve nitelikte beyin var. Gruplar iki kişi de olabilir, iki milyon kişi de! Sabah kalkayım mı, kalkmayayım mı diye düşünüyoruz. Bu bizim beynimizde oluyor. ‘Beş dakika daha uyuyayım’ dedikten sonra, ‘Ama büyükannem ne der?’ dedirten grubun beynidir,” diyor. 

Kalkınma süreci, işimizle ilgili net bilgi gerektiriyor; bu ilk adımdır. Bilgilerimizi kullanarak insan ve sermaye kaynaklarını, fiziksel sermayeyi, insan kaynaklarını ve teknolojiyi etkin bir şekilde koordine etmek ikinci adımı oluşturuyor. Üçüncü adım ise, öncelikleri belirleyerek, enerjimizi ve kaynaklarımızı odaklamaktır. Bu denemede, Prof. Dr. Gazi Yaşargil'in saptamasından yola çıkarak, entelektüel ve sistem kapasitelerinin birbirini bütünlemesinin, bireysel beyni olgunlaştırması ile grup beyninin olgunlaşmasını hızlandırmanın yol ve yöntemlerine ilişkin düşüncelerimizi paylaşacağız. Birey beyninin ve grup beyinin olgunlaşmasını belirleyen çok değişik etkenler arasında önemli olduğunu düşündüklerimiz şöyle: Yanılabilme özgürlüğü kullanma özgüveni, inançtan düşünceye geçebilme, tek tip düşünceden çok sesliliğe ve çok kültürlü uzlaşmaya dayanma, güç kullanma ilkesini içselleştirme ve kapsayıcı kurumlarla sürdürülebilirliği güven altına almadır.

Yanılabilme özgürlüğünü kullanma özgüveni

Bireysel beynin olgunlaşması için ailenin, sokağın, okulun, inanç kurumlarının, devlet aygıtının daha da ötede uluslararası sistemin çocuğun özgür beynine kısıtlar getirmemesi ya da sakıncalarını en düşük düzeyde tutması gerekir. 

“İcat çıkarma” sınırlamasından tutun da “çocuksun, bilemezsin” uyarılarına; “büyüyünce anlarsın” imalarına kadar özgür düşünmeyi ve sorgulamayı kısıtlayan bütün tutumlar bireysel beynin kapsayıcı bir olgunluğa erişmesini geciktirir. 

İnanç sistemlerini dar anlamda değerlendirir, belli çıkarların, yaş gruplarının, cinsiyet ayrımının aracı haline getirir; “günah” kavramını genç beyinlerde gereksiz, anlamsız bir kısıtlamanın aracı olarak kullanırsak, birey beyninin düşünme alanını daraltır; sorgulama gücünü zayıfl atırız. Bireysel beynin olgunlaşmasının hızı, çocukluk döneminden başlayarak aliden sokağa, okuldan inanç sistemlerine, devlet aygıtından iletişim ortamına “yanılabilme özgürlüğünü” korumamıza, geliştirmemize ve ilerletmemize bağlıdır. 

İçinde bulunduğumuz topluluk ya da toplumların beyinsel olgunluğunu kısıtlayan önemli etken, endişe ve korkuların aşırı değerlendirmesidir. En büyük tehlike, yanılabilme özgürlüğünü korkuların kuşatması, belirsizliklerin beslediği endişe ve koruklarla özgür aklın zayıfl atılmasıdır. 

Yanılabilme özgürlüğünden uzaklaştıkça, beynin özgür yaratıcılığını kısıtlamış oluruz. Prof. Dr. Gazi Yaşargil’in de altını çizdiği gibi “Beynimiz de bir enstrümandır; yapabileceklerinin sınırı yoktur. Yeteneklerimizi keşfedip geliştirmek mümkündür.” Önemli olan bireyler ve toplulukların yetenek keşfinin önünü açan bir ortam ve iklim yaratılmasıdır. 

İnançtan düşünceye geçme 

Yanılabilme özgürlüğünü yaşam biçimi ve yaşam tarzına dönüştürmenin gerek şartı, “inançtan düşünceye geçebilmektir.” 

İnanç, kodlarını, kurallarını, ilkelerini ve yasalarını başkalarının belirlediği; bizim de sorgulamadan benimsediğimiz alandır. Topluluk ve toplumlarda homojen bir inanç oluşturduğumuz zaman, yönetmek de kolay olur. Ortak inanç, etkili bir yönetim aracıdır. Klandan krallıklara, imparatorluktan ulus devletlere kadar bütün yönetim güçleri, ortak inançlara koşullandırılmış kitleler yaratmak istemiştir. 

İnanç sistemleri kararlı topluluk ve toplumlar oluşturmanın da aracıdır; aşırı değerlendirilerek, yönetime egemen olan azınlıkların yararına işleyen bir mekanizmanın gücü haline geldiğinde toplumsal ilerlemenin ve gelişmenin önünde ciddi bir engel oluşturabilir. 

Düşünce, eriştiğimiz bilgiyi sorgusuz benimseme, aklımızı bir inanca, ideolojiye, zihniyete teslim etme yerine, sorgulayarak karara ulaşabilmedir. İnanç, başkaları tarafından telkin edilir; benimsendiğinde çok büyük bir çaba gerektirmeden yaşanabilir. Düşünce, gerekli veriye ulaşmayı, verileri malumata dönüştürmeyi, malumatı bilgi haline getirmeyi, bilgiye sezgi ve duyguları katarak “anlamaya” dönüştürmeyi; anladıklarımızı bir yarara dönüştürerek insan yaşamını kolaylaştırmayı gerektirir; ciddi bir çabanın ürünüdür. 

Bu noktada Mevlana’nın uyarısına kulak verilmeli: “İki yol ve her insanın önünde/ Kolayını arar gelenekte dininde/ İçine yolculuk yaparsa eğer/ Farklı yollar bulacaktır derinde.” 

Tek tip düşünceden çok sesliliğe 

Topluluk ve toplumları yönetenler genellikle sınırsız güç arayışı içindedir. İlkesiz güç arayışı, kimi yönetimleri “tek tip düşünce arayışına” yöneltmiştir. Yönetim gücünü ellerinde tutanlar, sadece kendi bildikleri gerçeklerin konuşulmasını, tartışılmasını ve yaygınlaşmasını ister; farklı düşünceleri kısıtlayıcı önlemler alabilir. Diğer sistemlerde olduğu gibi sınıf, etnik durum ve tarihsel birikimden oluşan sosyal yapının dayanıklılığı çok seslilik ve çok kültürlülükten beslenen uzlaşmaya sıkı sıkıya bağlıdır. 

Çok sesli ve çok kültürlü ortamlardaki tartışmaların rafine ettiği düşünceler, tek seslilik ortamındaki düşüncelere göre daha dayanıklı olduğuna ilişkin yeteri kanıt vardır. 

Bütün topluluk ya da toplumlarda, on yıllar geçtikçe değişen, Dawkins’in anlatımıyla oldukça gizemli gözüken ortak görüşler vardır ki buna “zamanın ruhu” denir. Zamanın ruhu, düşünce alanımızı daraltıcı olabileceği gibi genişletici de olabilir. Zamanın ruhu, çeşitlilikten, renklilikten ve zenginlikten beslendiğinde bireyin beyni de grupların beyni de daha hızlı olgunlaşır; gelişmeleri okuma, anlama, değerlendirme, alternatif tepki stratejilerini belirlemede hakikate daha yakın durabilen bir işleyiş yaratabilir. Bunun tam tersi de geçerli olabilir. Sorunumuz, birey ve topluluk beynindeki olgunlaşmayı hızlandıracak ortak bir stratejiye sahip olmaktır. Sormamız gereken soru açıktır: Biz, birey, topluluk ve toplum beynini, sorunlarımızı çözecek yönde olgunlaştıracak ortak bir yol ve yöntem üzerinde uzlaşabiliyor muyuz? 

Güç kullanma ilkesini içselleştirme 

Birey, topluluk ya da toplumsal beyinlerin olgunlaşmasını hızlandırma önerimiz bir “toplumsal mühendislik” olarak algılanmamalı. Burada vurgulanmak istenen, entelektüel ve sistem kapasitemizi artırmaya yönelik “yönetişim anlayışına” vurgu yapmaktır. Dünya çok ciddi bir dönüşüm sürecinden geçmektedir; yeni yapılanmalar ciddi yönetişim zaafl arı ortaya çıkarmaktadır; bu zaafın yarattığı boşlukları doldurmak gerekmektedir. Yönetişim zaafl arı yaratan etkenlerden biri, ekonomik ilişkilerin ve bağlantıların küreselleşmesi; endüstri- devlet ilişkilerinde ve devletlerarası ilişkilerde yerel karakteri ağır basan ulus-devlet refl eksinin egemen olmasıdır. Diğer etken, güç kullanma ilkelerinden sapmadır. Gücün sınırlarını bilme, kullanılma zamanını belirleme ve kullanıldıktan sonra bize nasıl geri döneceğini hesaplamadan, bu konuda ayrıştırıcı değil, kapsayıcı bir tutumu benimsemeden birey ve grup beyinde olgunlaşmaya yardımcı olamayız.. 

Üretimin bilgi-odaklı olması ve ekonomide güç odağının değişmesi, iş süreçlerini, işgücü profillerini köklü biçimde değiştiriyor. Bu bağlamda, girişimci enerjisini etkin kullanma, eğitimli güçlerin servet ve sermayeye dönüştürme gücümüze bağımlı hale geliyor. Daha onlarca temel eğilim, üretimin iç örgütlenmesi, endüstri-devlet ilişkileri ve devletlerarası ilişkileri yeniden biçimlendiriyor. O zaman güçlerimizi kullanırken kapsayıcılık, paylaşımcılık, katılımcılık gibi kavramlar sözde kalmamalı, bir yaşam biçimi haline gelmelidir ki sonuç alabilelim. 

Kapsayıcı kurumlarla sürdürülebilirliği güven altına alma Kapsayıcı kurum dendiğinde, fırsat eşitliği yaratan ve eşit hakların gücüne inanarak yönetilen kurumlar gelmeli. Paylaşılan ortak aklın gücünü, katılımcı yönetimin etkinliğini benimsemek gerekli. Entelektüel ve sistem kapasitesinin gelişmesi, birbirini bütünlemesi ihtiyacı ortaya çıkıyor. Çevreyi sezen ve tanıyan, kendi olanak ve kısıtlarını iyi bilen ve gelecek planlaması yaparak ilerleyen bir bilinçli hareket gerektiriyor. 

Birey, topluluk ve toplum beyninin olgunlaşması, dünyadaki gelişmeleri doğru okuması, alternatif tepki biçimleri geliştirmesi, uygulamalarla ilerlemenin sürdürülmesi, kapsayıcı kurumların varlığına bağlıdır. 

Günlük yaşantımızdaki söyleşilerden, alış-veriş ilişkilerimize, medyamızın kullandığı dilden, ayrıntı bilgisi derinliğine, siyaset ve iktidar dilinin kapsayıcılığına daha bir dizi etken beyinsel olgunlaşmayı yavaşlatabilir de hızlandırabilir de... 

Ülkemizin bugün yaşamakta olan sorunlara biraz da bu yazı kapsamında değinilen açılardan bakmalıyız.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar