Olağanüstü dönemler, olağanüstü önlemlerin alınmasını haklı kılar
Ekim ayı yazısının sonlarında "resesyona karşı ne yapabiliriz?" sorusunu sormuş ve iki alternatife değinmiştim:
"Birincisi şu: Eskiden beri uygulaya geldiğimiz politikalara devam ederiz. AB sürecini hızlandırarak bu politikaları güçlendiririz. Ek olarak IMF çapasına sarılırız. Bu durumda 'her şey (büyüme ve işsizlik) olacağına varır'.
İkinci bir alternatif var; ama biraz daha düşünmek ister. Kabaca gerekçesi şu: Şüphesiz AB ve IMF çapaları önemli; bunları atmalıyız bir an önce. Ancak, olağanüstü zamanların olağanüstü önlemler gerektirebileceğini unutmamak gerekiyor. Böyle zamanlarda her zamanki söylemin dışına çıkmakta yarar var. Zira bu çapaların atılması ne kadar önemli olursa olsun, 2009'da Türkiye ekonomisinin durgunluğa girmesi olasılığını azaltmaları mümkün değil. Kaldı ki, dünyanın önde gelen ülkelerinin mali sistemin yanı sıra şirketler kesimini de ayağa kaldırmak için karar üzerine karar aldıklarını da dikkate almakta yarar var.
İkinci alternatif şu sorunun yanıtına bağlı: İşsizliğin artmasını engellemek, şirket iflaslarını önlemek için tıkanma olasılığı oldukça yüksek olan kredi kanalını nasıl çalıştırabiliriz? Unutmamak gerekiyor, küresel mali sistemde çıkan yangının Türkiye'de yaşanmamasının temel nedeni sağladığımız mali ve parasal disiplin sayesinde düşen kamu borcu ve sağlam mali sistemimiz. Dolayısıyla, soru şu şekle dönüşüyor: Mali ve parasal disiplini bozmadan olası kredi tıkanıklığını nasıl önleyebiliriz?"
İkinci alternatif asıl çözümü içeriyordu ve böyle bir çözüm paketi önerisinin muhtemelen çok yakında TEPAV'ın internet sayfasında tartışmaya açılacağını belirtmiştim.
Bu konuda üç tane politika notu konuldu TEPAV sayfasına (http://www.tepav.org.tr). İlki krizin nedenlerini, bizi etkileme mekanizmalarını ve yapılabilecekleri ele alıyor. İkincisi, küresel krize küresel bir yanıt verilmesinin gerekliliğini vurguluyor. Üçüncü not ise ilk notta yer alan önlemlerden bir tanesini; "kredi garanti sistemi" önerisini açıyor. Çok muhtemelen, sizin bu yazıyı okuduğunuz gün, ya da hafta sonu, ilk notta yer alan bir başka öneriyi ayrıntılı bir şekilde tartışan ve aşağıda da ele alınan başka bir politika notu daha konulacak TEPAV'ın web sayfasına.
Bu önerilerden özellikle bazıları ön plana çıkıyor. Onları ele almak istiyorum bu yazıda. Ama tekrar olsa da Türkiye'nin krizden nasıl etkileneceğine bir bakmak gerekiyor. Önerilerin daha iyi anlaşılması için…
Türkiye nasıl etkilenecek?
En azından üç kanalla etkilenecek Türkiye. Birinci etkileşim dış ticaret ve turizm yoluyla olacak. Küresel gelir düzeyinin düşmesi nedeniyle bizim ürettiğimiz mallara olan dış talebin azalması beklenir. Bu da üretim düzeyimizi ve istihdamımızı olumsuz etkileyecek. Keza Türkiye'ye gelen turist sayısında ve turistlerin yaptıkları harcama miktarında da bir azalma gerçekleşmesini beklemek gerekir.
İkinci kanal belirsizlik yoluyla olacak. Bu ortam, açık ki belirsizliğin yoğun olduğu bir ortam olacak. Böyle bir ortamda hem yatırımcıların, hem de tüketicilerin özellikle büyük tutarlı harcama planlarını gözden geçirmeleri ve ertelemeleri beklenir. Bu türden bir ihtiyatlı davranış tarzı iç talebin olumsuz etkilenmesi anlamını taşır.
Üçüncü ve ekonomimizi en olumsuz etkilemeye aday kanal ise kredi kanalı olacak. Son yıllarda şirketler kesimimiz yurtdışından önemli miktarda doğrudan kaynak temin etti. Küresel mali sistem, bilanço sorunlarıyla boğuşuyorken riskin arttığı bir ortamda bizim şirketlerimizin bu borçlarını döndürmelerini sağlayacak kredi miktarını Türkiye'ye arz edecek mi? Öte yandan mali kurumlarımızın da yurtdışından sağladıkları krediler var. Bir de kamunun dış borç geri ödemelerini ve 2009'da oluşacak cari açıktan doğan dış finansman gereksinimini dikkate alın. Hiç portföy çıkışı olmasa bile Türkiye'nin 2009 yılında önemli miktarda dış kaynak bulması gerekiyor. Özellikle şirketler kesiminin bu gelişmelerden olumsuz yönde etkilenme olasılığı yüksek.
Şirketlerimizin vadesi gelen orta ve uzun vadeli dış borçlarını ödeme sorununun yanı sıra kredi kanalının etkili olacağı bir alan daha var. Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler yurtiçi bankalardan yeni kredi kullanmakta güçlük çekecekler. Hatta mevcut kredilerin kısmen de olsa geri çağrılması olasılığı ile karşılaşacaklar.
Büyüme ve işsizlik
2007'deki düşük büyüme hızını herhalde küresel mali kriz ve öncesindeki büyük belirsizlikle açıklayamayız. Bizim uyguladığımız ya da uygulamadığımız ekonomik politikaların büyük rolü oldu bu sonuçta. Keza tırmandırılan siyasi gerginliğin de. Bunların 2008'in ilk yarısında daha da düşen büyüme hızında önemli bir rol oynadığı da sanıyorum yeteri kadar açık.
2008'in özellikle ikinci yarısında önemli ölçüde düşen büyüme hızının, küresel krizin öncü dalgaları ile ilişkisi var. Özellikle de o öncü dalgaların eşliğinde artan belirsizlik ortamıyla ilişkili ikinci yarıdaki kötü performans. Hani hep "acaba dibi gördük mü?" sorularının sorulduğu, kâh karamsar, kâh iyimser olunan ortamla. Şimdiden sanayi üretiminde düşüşler, işsizlikte ise artış gözlenmeye başlandı.
Ama esas olumsuz etki önlem almazsak kesilecek kredi muslukları ve azalacak güven yoluyla gelecek. Önlem alsak bile, olumsuz etkilerin tümünü ortadan kaldıramayacağız. Kısacası, kapsamlı bir önlem paketi uygulamaya konulmazsa, önümüzdeki dönemde Türkiye ekonomisi küçülecek, işsizlik anormal artacak. Önlem alınırsa, belki ekonomik küçülme olmayacak ama büyüme hızımız sıfıra yakın bir yerde olacak; işsizlik zıplamasa da önemli ölçüde artacak.
Önce güven sağlanmalı
Yatırım ve tüketim yapma arzularını canlı tutarak üretim düşüşlerinin engellenmesini ve işsizliğin artmasını önlemek istiyorsak, bu isteğimizin gerçekleşmesi için olmazsa olmaz bir koşulun sağlanması gerektiğini unutmamalıyız. Kredi musluklarını açık tutmayı başarsak da, talebi artıracak önlemler alsak da, insanlar yarın ne olacağından emin değillerse, yani ekonomiye güven duymuyorlarsa, ne yatırım yaparlar ne de zorunlu mal ve hizmetler dışında kalan mal ve hizmetleri satın alırlar. Bu tür önemli harcamalar 'belirsizliğin azalacağı yarına' ertelenir. Kısacası, güveni sağlamadan bir arpa boyu yol gitmek mümkün değil.
Güveni sağlamanın ilk aşaması mevduata verilen güvenceyi artıracak düzenlemelerin bir köşede hazır tutulmasından geçiyor (böyle bir yetki geçenlerde Bakanlar Kurulu'na verildi). Gerekirse bankalara sermaye desteği verilmesine izin verecek yasal düzenlemelerin el altında bulundurulması gerekiyor. Bankalarda oluşabilecek kötü varlık sorununun üzerine gidilmesine olanak tanıyacak, öte yandan da şirketler kesimine nefes aldıracak düzenlemelerin de raflarda bulundurulmasında da yarar var. Bunların hazırda tutulduklarının açıklanması gerekiyor. Bu tür önlemlerin hepsi 2001 krizinden sonra devreye sokuldu; tecrübemiz var.
Ayrıca, bütün dünya olan bitenden etkileniyorken 'biz sağlamız, bize bir şey olmaz' boş inancından ve bu inancı açıkça ifade etmekten kaçınmaktan, IMF gibi uluslararası kuruluşlarla işbirliğinden utanmamaktan (neden utanılıyorsa) ve ekonomimizin geleceğinin yerel seçimlere feda edilmeyeceğini göstermekten geçiyor güveni artırmak.
Son günlerde 'biz sağlamız' söyleminden vazgeçildiği yönünde emareler ortaya çıktı. IMF ile de anlaşmanın yakın olduğu vurgulandı. Ama daha çarşamba akşamı Başbakan YASED kokteylinde yaptığı konuşmada bankalara yükleniyordu.
Anlamamız gereken şu: İş başındakiler üzerlerine düşenleri bir an önce yapıp güveni yeniden tesis edemezlerse, her kurum kendisi için daha az riskli gördüğü eylemi yapar. Ama biliyoruz ki bu eylemler bir bütün olarak hem bu kurumların hem de herkesin aleyhine sonuç verir. Bunu önlemek iş başındakilerin sorumluluğunda; çaresiz ve panik içinde önlem aldığını sanan kurumların değil.
Güvenin sağlanması için bir an önce kapsamlı ve içsel tutarlılığı olan bir paketin açıklanması da gerekiyor. Aşağıda böyle bir pakette yer alabileceğini düşündüğüm önerilere yer veriyorum.
Önerileri değerlendirirken…
Bu önerileri değerlendirirken çok önemli beş noktayı gözden kaçırmamalıyız. Birincisi, 'olağanüstü dönemlerin olağanüstü önlemler gerektirdiğini' unutmamalıyız. Normal koşullar altında "Bu da şimdi nereden çıktı?" sorusunu haklı olarak sorduracak önlemleri böyle bir dönemde öne sürmekten çekinmemeliyiz.
İkincisi, önerilerin özleri önemli. Ayrıntılara bu aşamada fazla takılmamak gerekiyor. Bu öz bir kez tartışılıp benimsenirse, ayrıntıya inilip, önerilerin getirecekleri riskleri en aza indiren, buna karşılık sağlayacakları yararları artırmaya çalışan farklı mekanizmalar tasarlanabilir.
Üçüncüsü, önerilerin bir an önce hayata geçirilmesini istiyorsak 'siyaseten' de yapılabilir olmalarına dikkat etmemiz gerekiyor. Mesela, önlem paketinde sadece toplumun bazı kesimlerine yarayacak ama geniş kesimlerini dışarıda tutacak önlemler olmamalı.
Dördüncüsü ki siyaseten yapılabilirlik ile yakından ilgili, toplumdaki adalet duygusunu zedelememeli alınacak önlemler. Evet, tıkanan kredi musluklarını yeniden açmaya yarayacak önlemler son tahlilde işsizliğin artmasını önleyecek; ama ilk ve öncelikli (doğrudan) yararları şirketlere ve bankalara olacak. Özellikle işgücüne yönelik de önlemler düşünmekte yarar var. Mesela, yaygın biçimde beceri artırıcı kurslar açılması, işsizlik yardımlarının süresi ve miktarının artırılması önerileri bu kapsamda ele alınabilecek öneriler.
Dış kredi desteği için
1970'lerin ortasında had safhadaki döviz sıkıntısını azaltmak için, akla yurtdışında çalışan vatandaşlarımızın dövizlerinin yurda getirilmesi gelmişti. Bu dövizleri yurda getirebilmek için bulanan çare ise, bunlara alternatif yatırım araçlarına göre daha yüksek faiz ve güvence vermek şeklinde olmuştu. Yüksek güvence, bu dövizlerin herhangi bir ticari bankada değil de Merkez Bankası'nda mevduat hesaplarına dönüştürülmesi imkânının verilmesi yoluyla sağlanmıştı. Merkez Bankası da bu mevduatlara alternatif yatırım araçlarına göre daha yüksek faiz vermişti.
Bu çözüm, şüphesiz Merkez Bankası'nın döviz rezervlerini güçlendirmişti. Mevduatların güvence ve getiri cazibesi devam ettikçe yenilenecekleri ve zaman içerisinde artacakları dikkate alındığında, Türkiye'nin dış borç geri ödeme kapasitesini de artırmıştı.
Ama bu mekanizmanın olumsuz yönleri de var. Birincisi, Merkez Bankası'nı ticari bir banka konumuna sokuyor; mevduat topladığı için. İkincisi, bir ticari banka bu mevduat karşılığında reel sektöre kredi açar. Ama bu mevduatlar Merkez Bankası'nda olduğu için ve Merkez Bankası da ticari bir banka olmadığı için, bu fonlar reel sektöre kazandırılamıyor. Üçüncüsü, Merkez Bankası bu mevduatlara faiz ödüyor, ama bu dövizleri aynı yüksek getiriyle değerlendiremediği için zarar yazıyor. Dördüncüsü, asli görevi olmayan bir iş için çok sayıda eleman çalıştırıyor.
2001 krizinden sonra uygulanmaya başlanan program sayesinde işler rayına girip, döviz bollaşınca, Merkez Bankası bu garip durumdan kurtulmayı planladı. Düşündüğü alternatif çözümler o tarihte istenildiği gibi yürümeyince, ılımlı bir geçiş tasarladı. Bu hesaplara verilen faizler kademeli bir biçimde düşürülerek hesapların eritilmesi amaçlandı. Şu anda bu hesaplar yaklaşık 13 milyar dolar tutarında.
Öneri, bu döviz mevduatlarını döviz kredisine dönüştürmek şeklinde. Bunun için farklı mekanizmalar tasarlanabilir. Ama işin özü bu mevduatlardan doğan yükümlülüğün ve karşılığındaki dövizin Merkez Bankası bilançosundan çıkarılmasıdır. Bankacılık sektörüne devredilerek ya da bir fon kurularak bu sağlanabilir.
Tabii ki bu önerinin riski de var. Net döviz varlıklarında bir değişikliğe yol açmasa bile sonuçta Merkez Bankası'nın döviz rezervlerini azaltacak bir öneri bu. Bunun olumsuz etkileri olabilir. Özellikle uluslararası mali yatırımcılar duyarlı rezerv düzeyine. Ama öte yandan dış kredi musluklarının kurumasının daha büyük riskleri olduğu da sanırım yeteri kadar açık.
İç kredi desteği için
Yukarıda bu son derece belirsiz ve güvenin dibe vurduğu ortamda bizim mali sektörümüzün de yeni kredi açmakta nazlanacağını, dahası açtığı kredilerin bazılarını geri çağıracağını belirttim. Bu olgu şimdiden yaşanmaya başlandı bile.
Kredi piyasasının önemli bazı aksaklıkları olduğunu biliyoruz. Mesela, çok parlak bir fikirle ortaya çıkmalarına karşın, hiçbir kredi geçmişi olmayan girişimciler kredi bulmakta zorlanıyorlar. Benzer bir sorunla küçük işletmeler de sık sık karşılaşıyorlar. Oysa bu tür yeni girişimler finansa erişebilseler muhtemelen yeni teknoloji ile verimli çalışan işletmeler kurabilecekler. Keza küçük işletmeler yeterli finansman bulabilseler kısa zamanda üretim kapasitelerini artırabilecek, daha büyük ölçekte üretim yapmanın avantajlarından yararlanabilecekler.
Piyasa sisteminin bu aksaklığını gidermek için dünyada geliştirilen temel çözüm, krediyi verecek banka ve kredi talep eden dışında üçüncü bir tarafın devreye girerek alınacak krediye garanti vermesi, yani kefil olması. Üçüncü bir tarafın garanti vermesi sayesinde krediyi açacak olan bankanın riski azalıyor. Zira küçük işletmenin aldığı krediyi geri öderken karşılaşacağı güçlük aşılamazsa, bu garanti devreye giriyor. Banka parasını garantiyi verenden tahsil ediyor.
Buradaki temel ilke, hem krediyi alanın, hem verenin, hem de kefil olanın hepsinin birden risk almaları. Bu nedenle, kefil olan, kredinin tümüne kefalet vermiyor. En yaygın uygulama, kefaletin üst sınırının yüzde 80'e yakın bir oranda tutulması şeklinde oluyor. Dolayısıyla risk bu üç taraf arasında dağılıyor.
Kredi garanti kuruluşları kâr amacı taşımayan kuruluşlar. Bu kuruluşların temel finansal amaçları uzun dönemli sürdürülebilirliklerini korumak oluyor. Kâr etmeye çalışmıyorlar, ama doğal olarak garanti vermek için kullandıkları fonların reel değerlerinin korunmasını amaçlıyorlar. Bu nedenle verdikleri kefalet karşılığında bir komisyon alıyorlar. Ayrıca finansmana erişimini kolaylaştırdıkları şirketleri zor durumda bırakmayacak şekilde teminat da alabiliyorlar.
Öneri şu: Bankalarımızın artan risk algılamalarını azaltacak ve onları daha az tereddütle kredi açar duruma sokacak böyle bir fonun oluşturulalım. Bu fonun kaynağı bütçeden karşılansın. 2009 milli gelirinin yüzde 1'i kadar büyüklükte bütçeden kaynak aktardığımızı düşünelim bu fona. Fon, doğrudan kredi açmayıp, sadece açılacak kredilere kefil olacağı için bu kaynağın çok üzerinde bir tutarda krediye kefil olabilir.
Muhafazakâr bir varsayımla altı katlık bir kaldıraç oranı ile çalıştığını düşünelim bu fonun. Bu durumda milli gelirin yüzde 6'sı tutarında yeni krediye kefil olmak mümkün olacaktır. Bu rakamın ne ölçüde yeterli olduğunu anlamak için, şu anda bankacılık sektörümüzün toplam kredi hacminin milli gelirimize oranının yüzde 40 dolaylarında olduğunu dikkate almak gerekir.
Açık ki, mali disiplini bozmadan böyle bir fonun oluşturulabilmesi için 2009 bütçesi harcama önceliklerinin gözden geçirilmesi gerekir. Acil olmayan bazı harcama kalemlerinde, indirime gidilmesi zorunluluğu vardır.
Diğerleri
Yukarıda belirttiğim gibi IMF ile mutlaka anlaşma yapmak gerekir. Eğer anlaşırsak karşımıza çıkacak temel zorluklardan birisi, yukarıda önerilen ve alışılagelmedik olan ekonomi politikalarının IMF'ye nasıl kabul ettirileceğidir. Eğer sağlam gerekçeleriniz varsa, ne yaptığınızı biliyorsanız ve iyi müzakere ederseniz karşılıklı tavizlerle ortak bir noktada anlaşabilirsiniz. Kaldı ki tüm dünya olağanüstü önlemler alıyor. Dönem olağanüstü bir dönem çünkü.
İkincisi, ortaya çıkabilecek likidite sorunlarını aşmak için çok sayıda mekanizma kullanılabilir. Merkez Bankası'nın bu açıdan önemli bir birikimi var. Mesela topladıkları mevduat karşılığında ticari bankaların Merkez Bankası'nda bulundurmak zorunda oldukları zorunlu karşılıklarda indirime gidilebilir. Bunları tesis etme süresi daha da esnetilebilir. Bu önlem kredi mekanizmasının tekrar çalışmasına da katkı sağlar.
Son olarak unutmamız gereken bir de orta-uzun vadeli ajandamızın olması gerektiğidir. Kriz eninde sonunda bitecek. Bu kriz ortamında unuttuk belki ama çözmemiz gereken yapısal sorunlarımız var: Bu sayfada önceki yazılarda sık sık ele aldım bunları. Özellikle şunlar: Birincisi, potansiyel büyüme hızımız düşük. İkincisi, tasarruf oranımız yetersiz; dolayısıyla, daha hızlı büyümek için başkalarının tasarruflarına ihtiyacımız var. Yani ancak cari açık vererek büyüyebiliyoruz. Bu sorunların çözümü yeni bir reform atağını gerektiriyor. Özellikle de rekabet gücünü artırıcı, işgücünün niteliğini yükseltici ve işgücü talebini artırıcı reformlara ihtiyaç var. Bunların üzerinde ciddi biçimde çalışıldığına ekonomik birimlerin ikna olmaları bile, ekonomimizin geleceğine duyulan güvenin yeniden sağlanmasına katkıda bulunur. Bu noktayı da hiç unutmamak gerekiyor.