Okuryazarlar ve ne okuyup ne de yazanlar!
“Araba kullanmadığımdan üniversiteye genellikle öğrenci servis otobüsleriyle gidip geldim. Okuttuğum derslerde öğrenci sayısı az olduğundan otobüslerde beni tanıyan öğrenci sayısı genellikle hiç olmuyordu. Bazen birkaç öğrencim olduğunda onların bana karşı gösterdikleri saygılı davranışlarından dolayı hoca olduğum anlaşılır, diğer öğrencilerin de tavırları değişirdi. Eğer hiç tanıyan olmazsa öğrenciler aralarında daha rahat sohbet eder, daha rahat sohbet eder, daha rahat şakalaşır, daha rahat davranırlardı.
Bir keresinde, hemen yanı başımda iki öğrenci ayakta sohbet ediyorlardı. Biri diğerine sordu: “Şu derse giriyor musun?’ Diğerinin cevabı, ‘evet’ oldu. Birincisi sorularını sürdürdü: “Ben de aynı dersi aldım ama derslere gelemiyorum; nasıl? Hocası dinlemeye değer biri mi?”
Birincinin bu soruya verdiği cevap çok ilginç oldu: “Vallahi ne diyeyim, hocası okur yazar birine benziyor!”
Bu hikayeyi yaşayan hoca, Hacettepe Üniversitesi ‘İnsanbilimi’ bölümünün kurucusu, duayen öğretim üyelerimizden Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’ti. Bizzat yaşadığı bu olayı yıllarca önce bir toplantıda anlatmıştı ve hikayesini şöyle bir değerlendirmeyle bağlamıştı: “Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, profesörlerinin kalitesi bile “okuryazarlık”- la ölçülüyor!
Hocamızın isabetli bir şekilde gündeme getirip vurguladığı bu değerlendirmesine karşılık, rahmetli Uğur Mumcu’nun yaptığı mizahi bir sınıfl andırmada “okuryazarlar” kalite klasmanının birinci sırasında yer alıyor. Rahmetli Mumcu bu sınıflandırmasında “okuryazar”ları dört grupta topluyor ve sıralamayı şöyle yapıyordu: “ 1) Okuyup yazanlar, 2) Okumayıp yazanlar, 3) Okuyup yazmayanlar, ve 4) Ne okuyup ne de yazanlar”!
Sonuçta evrenimizi, dünyamızı, insanlığı, milletimizi ve kendimizi tanımak için hem bol bol okuyup hem de bol bol yazmaya ihtiyacımız var. Hem okuyanlar ve hem de yazanlar ne kadar artarsa dünyamız o kadar daha güzelleşecek.
Yaşının 4.5 milyar olduğu tahmin edilen dünyamızın daha 7 milyar yıl civarında bir ömrü olduğu tahmin ediliyor. Dünyamızdaki ilk insanların da milattan 6 milyon yıl önce Afrika’da ortaya çıktığını tahmin ediyor bilim adamları. Bu insanların birbirleriyle konuşup iletişim kurmaları için ise 4 milyon yılın geçmesi gerekmiş. Milattan 1.8 milyon yıl önce de bu insanlar yeryüzünde yayılmaya, dünyanın başka yerlerine gitmeye başlamışlar.
İnsanlar kendi aralarında konuşup iletişim kurmaya başladıktan 3.5 milyon yıl sonra, yani milattan 500 bin yıl önce keşfedebilmişler ateşi.Ateşin keyfi insanlığın gelişme sürecinde müthiş bir olay. Belki de insanlığı bu kadar etkileyen başka bir olay yok.
Ateşin bulunması ile taşın yontulmasının becerilebilmesi arasındaki süre ise 350 bin yıl. Cilalı Taş Devri Yontma Taş Devri’nden 135 yıl sonra gerçekleşiyor, yani milattan önce 15 binli yıllarda.
Hayvanın ehlileştirilip toprağın sürülmesi ile başlayan tarım toplumu ise ancak 4-5 bin yıllık bir geçmişe uzanabilmekte.
Buhar makinasının icadıyla başlayan sanayi toplumunun ise sadece 300 yıllık bir geçmişi var.
Artık şimdi sanayi toplumunu da geride bırakıp bilgi toplumuna geçtik. Bilgisayar devrimi, iletişim bilişim ulaşım devrimleri, dijitalleşme derken son yıllarda Endüstri 4.0 devrimi ve yapay zeka, eşyaların interneti gibi kavramlar ön plana çıktı.
Yarınki gelişmeler nasıl olacak? Geçmişin milyon yılları binli yıllara, sonra yüzlü yıllara doğru kısalmış. Artık onlu yıllara, hatta sadece yıllara ve aylara doğru iniyoruz. Gelişme ve onun getirdiği değişim çok hızlandı. Artık bizim bugünkü emekliler nesli teknoloji ile baş edebilmek için çocuklarının ve hatta torunlarının yardımına ihtiyaç duyuyor.
İnsanlık da binlerce yılı bulan bu tarihi süreç içinde, bazı dönemlerde aşağı doğru dalgalanmalar olsa da, trend hep yukarı doğru. Bu sürecin sağlıklı ve mutlu bir şekilde sürebilmesi için insanların özen göstermesi, geçmişin tecrübelerini en iyi şekilde değerlendirip geleceğini aklın, bilimin ve vicdanın rehberliğinde en olumlu şekilde düzenlemesi gerekiyor.
Bunu gerçekleştiremeyen toplumlar belirli dönemlerde, ki bu dönemler aylarca sürebileceği gibi yıllarca da sürebiliyor, büyük sorunlarla karşılaşabiliyor. Hatta bu sorunlar büyük trajedilere dönüşebiliyor. Zira ilerleme bir doğa yasası değil. Bir neslin elde ettikleri bir sonraki nesil tarafından kaybedilebiliyor. Bir dönemde filozofların, bilim insanlarının ve sanatçıların ülkesi olarak görülen Almanya’nın Hitler rejimi ile uğradığı ve hatta tüm Avrupa’yı uğrattığı felaket dönemi insanlığın alması gereken derslerle dolu. Aşağı yukarı her toplumun tarihinde var böylesi alınacak dersler.
Bu konuda Orhan Karaevli’nin “Berlin’in Yalnız Kadınları” adlı, 1945- 1950 savaş sonrası Berlin’i anlattığı anı kitabında geçen “Nefret Çocukları” tabiri bu trajedilerin anne çocuk ilişkisini bile kapsayabileceğinin trajik bir örneğini vermekte (sh. 145). Adı geçen kitapta Herr Schuster aşağıdaki sözlerle açıklar bu tabiri Karaevli’ye: “Orhan, sen hiç tecavüz çocukları diye bir şey duydun mu? Onlara nefret çocukları da derler. Yalnız Berlin’de bunların binlercesi var. Leipzig ve Dresden gibi başka önemi kentlerde de. Kadınlar birbirlerine ‘Sen tecavüze uğradın mı?’ diye sormaz; olayı yaşayanlar da kimseye bundan söz etmek istemezler.
Ama tecavüz çocukları görmezden gelinemeyecek bir gerçektir ve sanki suçları varmış gibi bu zavallıların adı nefret çocuklarına çıkmıştır. Annelerin çoğu, devletin çocuk yuvalarına teslim ederek onları büsbütün unutma yolunu seçmiştir.” Ama maalesef insanlık daha önceki nesillerin yaşadıklarından, hatta bazen kendi yaşadıklarından bile, gereken dersleri alamıyor çokça. Zülfü Livaneli’nin son çıkan Huzursuzluk adlı romanında anlattığı Suriye’den Türkiye’ye iltica eden Ezidi kızı Meleknaz’ın yaşadığı olaylar aradan 70 yıl geçtikten sonra da “nefret çocukları” trajedisinin günümüzde de yaşanabildiğini gözler önüne sermekte.
Geçmişimizi doğru ve gerçekçi tarih bilgisiyle öğrenip değerlendirmek gerekiyor. Tarihimizi sorgulayarak gerekli dersleri çıkarıp aynı hataları yapmaktan sakınmak gerekiyor. Tarih dalgalar halinde ilerliyor. Her nesil genellikle kendi yaşadıklarından ders alıyor. Geçmiş olayların onu yaşamayan nesiller üzerindeki etkisi daha az oluyor. Burada kişisel hafızalar daha etkili oluyor. Gelecek nesillerde bu etkinin artırılmasında yazılan ve öğrenilen tarihin gerçekçi, yansız ve doğru olması önem taşıyor. İkinci dünya Savaşı’nda Avrupa’da yaşanan trajedilerden alınan derslerin bir ürünü olan Avrupa Birliği’nin bugün en güçlü ve samimi destekçisi durumunda olan ülkenin Almanya olması, herhalde ancak en büyük trajediyi yaşayan ülkenin de almanya olması ile açıklanabilir.
Ahmet Ümit’in “Elveda Güzel Vatanım” adlı romanında, roman kahramanı Şehsuvar Sami, Birinci Dünya Savaşı sonrası tarihten silini giden Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihini, aşağıdaki ardarda sıraladığı sorularla, ne güzel sorgular: “Ne zaman değişmişti tarihin akışı? Nerede hata yapmıştık? Fatih Sultan Memed’in zamansız ölümüyle mi? Birbirleriyle kavgaya tutuşan iki şehzadesinden Cem Sultan’ın değil de İkinci Beyazıd’ın gelip çıkması mı? Yoksa Yavuz Sultan Selim’in halife olması mı mahfa sürüklemişti bizi? Kanuni mi yapmıştı en büyük hatayı, Şehzade Mustafa’yı öldürerek?... Lale Devri’nde Saray hazinesi har vurup harman savrulduğu için mi fakirleşmiştik?... Nerede kaptırdık Batılı devletlere üstünlüğü? Yoksa Batılı devletlere hiç özenmemeli miydik? İkinci Mahmud mu soktu bizi bu hatalı yola? Bir ihanet vesikası mıydı Tanzimat Fermanı? Abdülaziz haklı mıydı? Bize göre değil miydi Meşrutiyet? İyi ama bütün medeniyetin öncülüğünü yapan ülkelerin hepsi bu yolu seçmemiş miydi? Bu yolu seçmeyen ülkelerin hepsi bizim gibi fakirlikten ve cehaletten kırılmıyor mu? Yoksa Abdülhamid’in dediği gibi acele mi etmiştik? Biraz daha beklesek daha mı iyi olacaktı?”
Bu sorular silsilesinin en başına, ta Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş aşamasına kadar gidip, “Osman Bey amcası Dündar Bey’i öldürmese ne olurdu?” sorusunu da sorabiliriz. Tarihi bir kader çizgisi olarak değil, değerlendirilip ders alınması gereken bir olaylar manzumesi olarak ele almak muhakkak ki hem kendimizin, hem milletimizin ve hem de dünyamızın geleceğini daha bir güzelleştirip daha da zenginleştirecektir. İnsanlığı daha mutlu bir geleceğe taşıyacaktır.