Öğrenmeyi öğrenmek
Bundan 50 yıl önce, 1965’te Amerikalı düşünür Alvin Toffler, “Bir Yaşam Biçimi Olarak Gelecek” başlıklı makalesini yayınladı. Sonra bunu kitaba dönüştürdü: 1970’de “Gelecek Şoku” (Future Shock) yayınlandığından bu yana Türkçe çevirisi dahil 6 milyonun üzerinde sattı. Bu kitaptaki öngörülerden birini, bugün eğitimciler hâlâ ilke olarak kabul ediyor: Geleceğin cahili, okuma yazma bilmeyen değil, nasıl öğreneceğini bilmeyen olacaktır.
Tam da bu ilkeye uyarcasına OECD, “Okulun Yeniden Tasarlanması: Yenilikçi Öğrenme Sistemlerine Doğru” (Schooling Redesigned) başlıklı 88 sayfalık bir rapor yayınladı geçen hafta. İçinden geçmekte olduğumuz dijital devrim sürecinde eğitimin yeniden tanımlanması için 21 ülkede ne gibi politikalar geliştirildiği anlatılıyor. Listede Türkiye yok.
Avusturya’dan Kanada’ya, Kore’den İngiltere’ye, bilgi toplumu niteliği oluşturma yönünde eğitimin temel amacı “ders anlatmak” değil, “öğrenmeyi öğrenmek” yolunda ilerliyor. Bazısı bu konuda daha ileri, bazısı daha geride, ama o yola girmişler. Bir trenin makas değiştirerek, başka bir hatta geçmesi gibi, eğitimde 20’inci yüzyıl uygulamasından vazgeçmeye başlamışlar. Peru, Meksika, Makedonya gibi görece yoksul ülkelerle Finlandiya, İsveç, Norveç gibi “malûm” ülkelerin eğitimde ortak paydası bu olmuş.
Dijitalleşmenin sağladığı kolaylıkla, eğitimde kapasite geliştirmek daha kolaylaşıyor. OECD Raporu’nda yer almayan ABD’de örneğin, eğitimde yenilikçilikte, şu sırada gayet ütopik bir deney yapılıyor:
Tek tek her öğrenciye, ekranda tamamen bireysel eğitim vermek. Tıpkı usta-çırak ilişkisindeki gibi, bir bilenin, bilmeyene öğretmesi... Ama şu farkla: Bu işi yapan, bir algoritma (yapay zekâ yazılımı.) Öğretmen de var, ama sadece bilgiyi anlamaya yardımcı bir rehber.
Eğitim algoritması, öğrencinin bilgi ve özümseme kapasitesine göre, onun hızına göre bilgi iletiyor. Kısa adımlarda sorular sorarak, öğrenme düzeyini saptıyor. Bütün bu sürecin niteliği ve niceliği (öğrencinin tepki süresi, yanıtın içeriği, vb) kaydediliyor. Kısa adıyla ALEKS adlı bu sistemi Amerikalı üniversite yayıncısı McGraw-Hill geliştirdi. Bu da ayrı bir yenilikçilik örneği oldu basılı ders kitaplarıyla ünlü bir yayıncı için.
Buraya kadar, sanki klasik eğitim-öğretimin yapay zekâ desteğiyle yapılması gibi görünüyorsa da büyük bir fark var: Her öğrenciye aynı konu aynı düzeyde öğretilmeye başlıyor, ama çok kısa sürede, bu aynılık, “ayrılığa” dönüşüyor.
Her öğrenci, yanındaki arkadaşından farklı düzeyde ilerliyor. Öğrencinin rakibi diğer öğrenciler değil, sadece kendisi. Bu, deneysel psikolojinin icadından beri teorisyenlerin hep hayal ettiği bir ütopyaydı. Dijitalin bilinmediği analog dönemde bu bireysel öğrenme sistemini geliştirmek için cihazlar, aletler tasarlandı.
Hiçbiri amaca yaramadı. Uzaktan eğitim, açık üniversite gibi uygulamalarla eğitim uzaklara taşınmaya çalışıldı. Ama bu konuda gerçek dönüşüm, analogdan dijitale geçişle mümkün oldu. Örneğin, internet üzerinden kitlesel açık çevrimiçi ders (MOOC) bile ancak 2012’den itibaren uygulanabildi. Böylece isteyen, bir dersi internetten, istediği zaman istediği yerde istediği kadar izleme fırsatı elde etti.
Ancak MOOC’da bile eğitimin “yönü” simetrik: Bir hoca anlatır, milyonlar onu izler. Yeni bireysel eğitimde ise ders, asimetrik: Kişinin kapasitesine göre yapay zekâ tarafından o an ayarlanıyor: Y-Kuşağının eğitimi yenilikçilik olmadan olamayacak. Bu, anlaşıldı.
OECD Raporu’ndan şu cümle, eğitimde zihniyet değişiminin kapısını açıyor: “20’nci yüzyıl eğitim biçimine 21’inci yüzyıl teknolojisini eklemek, öğretimin etkinliğini azaltmak anlamına gelecektir.”