Ödünç hayatlar
Issız odada saatin tiktaklarını dinleyerek akıp giden dakikalara anlam katan kurtarıcım, her zaman olduğu gibi bir kitap, bir şiir kitabı, 1980'lerin ilk yarısında yayınlanmış olmalı, üzerinde tarih yok, Ada Yayınları arasında 3 bin adet basılmış. "Faruk Şüyün'e çok çok sevgiyle Edip" diye imzalanmış. Kitabı adı, "Bezik Oynayan Kadınlar", şairi Edip Cansever...
"Manastırlı Hilmi Beye Birinci Mektup" ile başlıyor. Ben, bu şiiri, Hürriyet Gösteri'de yayınlamışım, daha daktilo sayfalarında gelmişken ezberlemişim ya bu akşam, kitapta görür görmez, dizeler üşüşmeye başlıyor belleğime. Öyle mutlu oluyorum ki:
"İşte şu yağmurlar, işte şu balkon, işte ben
İşte şu begonya, işte yalnızlık
İşte su damlacıkları, alnımda, kollarımda
İşte yok oluşumdan doğan kent
Hiçbir yere taşmıyorum, kendime sızıyorum yalnız
Ben dediğim koskocaman bir oyuk
Koltuğun üstünde, aynadaki yansıda
Bir oyuk! Sofada, mutfakta, yatağımda
Yaşamayı tersinden kolluyorum sanki
Yetişip öne geçiyorum sık sık. Sözgelimi
Bir iki saatte bitiveriyor bir mevsim
İyi
Bugün pazartesi mi? kapının, pencerenin durumu
Salıyı gösteriyor.
Salondaki büyük saati sattım
Saatin ölçebileceği
Herhangi bir zaman parçası yok
Gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim
Bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama
Ne gereği var ki saatin
Balkona çıkıyorum sürekli
Yollar yollar katediyorum sanki böylece"
Şiir, muhteşem dizelerle sürüp gidiyor... Kendimi kaptırmışım, neredeyse bütün kitabı ezbere okuyabilirim, ama birden...
Birden, salondaki saatin tiktakları yeniden işitilmeye başlıyor. Fark ediyorum, anlamaya başlıyorum bazı şeyleri:
Tanrım, yaşantımı, belleğimin derinlerine gizlenmiş bu dizelerle, düşünüp planlamadan nasıl özdeşleştirmişim.
Aynen, oradaki her şeyi yapıyor ve hissediyorum...
İşte salonda büyük saat de var, ama henüz onu satmamışım, demek ki hâlâ ölçebileceği zaman parçalarının olduğuna inanıyorum, yarınlardan umudumu kesmiş değilim. Onun dışında her şeyiyle aynı ben, bu kitapta anlatılanlar.
Aylardır, yıllardır yaşıyormuşum bu dizeleri de o örtüşmenin farkına varmamışım!
"Kapı çalındı, hayır, telefon
Telefon kapı telefon
İkisi birden mi yoksa
Yoksa
Ne telefon ne kapı
Bir şimşek sesi hiç olmazsa
O da değil
Ses filan duymadım ki ben
Yuvarlandıkça büyüyen
Bir kartopunun yumuşak sesi mi? belki"
Bu kadar mı muhteşem anlatılır yalnızlık... Kapının zilini çalmadan, anahtarla açıp içeri girmenin korkunçluğunun farkında mıdır yuvalarına geldiklerinde ısrarla zile basanlar?
Kısa mesajlar, e-postalar çıktı çıkalı bir telefon ziline bile hasret olmanın ne demek olduğunu bilebilirler mi yaşamadan?
Kimselerin ölmediği o güzel yıllarda her şey çok farklıydı gibi geliyor bugün. O senelerin mektuplarını hâlâ saklıyorum. Onlar, zarflarında, kâğıtlarında, kalemin çiziktirdiği harflerinde büyük anlamlarını koruyorlar. Karıştırdıkça anımsıyorum her şeyleri teker teker... Hangi e-postada, kısa mesajda bunları görmek, hissetmek mümkün!
Telefon bile soğuk geliyor aslında bana.
Yüzyüze konuşmak, paylaşmak; hiç olmadı güzel kâğıtlara güzel mürekkeplerle yazmak varken...
Yaşlar ilerledikçe, şairin dediği gibi hüzünler acılaşıyor; acılar da acılaşıyor gittikçe...
Ödünç hayatlara bile razı mı olurmuş insan? Geçen yıllarda mekanik hayatlarla sürekli karşılaştıkça, neden olmasın? diye düşünüyor. Neden olmasın ki ödünç yaşamlar? Bir süreliğine de olsa... Kısa bir zaman için, gerektiği gibi, hep hayal edildiği gibi olsun da, olsun varsın ödünç...
Sanki çocuklukta o renkli bilyeleri paylaşırcasına kıskançlıkla verilen, ama alanı mutlu eden ödünç bir şeyler, hayatlar...
Bekleyebilir ve umabilir miyiz onları?