O'nun gibi ol!

Rüştü BOZKURT
Rüştü BOZKURT BUZDAĞININ DİBİ [email protected]

Temmuz ayının ortalarında, herkesin ekin biçtiği günlerde, Canik Dağları ile Sakarat Dağları'nın tepelerine kadar gözlediğim geniş ufukta bir tek bulut bile gözükmüyordu. Güneş öylesine yakın duruyordu ki, hiç rutubetin olmadığı ortamda bile ışığın yoğunluğu gözlerimizi kamaştırıyordu.

En küçükten bir büyük amcam ile teyzemin beyinin peş peşe salladıkları tırpanın ekin saplarını düzgün biçimde yere sererken çıkardığı hışırtılar olmasaydı, sessizlikten kulaklarımız sağır olabilirdi. Yularından tuttuğum, ekinler arasındaki sınırları oluşturan tumplarda büyümüş otlarla karnını doyuran atımızın arada sırada çıkardığı homurtular ekin saplarının hışırtıları arasına kaybolup getiriyordu.

Ortanca yengem elindeki orakla sapları toparlayıp demetler haline getiriyor; babam da avucuna aldığı iki sapı önce birbirine bağlıyor, sonra da biçilmiş ekinleri demet haline getiriyordu .Ben de atı gölgeye bağladığımda demetleri yığın yapacağımız yerlere taşıyordum.

Çördük ağaçlarının gölgesinde su içmek için küçük dinlenmeler, öğle saatlerinde evden getirilen sıcak yemeklerle karın doyurmak, on, on beş dakikalık uyuklamalar bir yana bırakılırsa, hasat zamanında günlerimiz hep aynı geçiyordu. Arada sırada, yeterince büyümemiş bir tavşan yavrusunun yakalanması ve onunla oynadığım zamanlar tekdüze yaşamın içine katılan ayrıcalıklı anları oluşturuyordu.

Gün batmaya yaklaştığında, tarlalar arasında biçtiğim otları iki büyük demet yapıyordum. Erkekler tırpanlarını omuzlarına atarak köyün yolunu tutarken, kollarının arasındaki oraklarla kadınlar çoktan yola koyulmuş oluyordu.

O gün İskili Köyü yakınlarındaki büyük tarlada akşama kadar sarı sıcağın yakıcılığında ekin biçmiştik. Çoğu zaman tarlalar arasında at otlattım, biraz evdeki inek için ot biçtim, sonra da ekin demetlerini taşıdım.

Babam otları atın semerine bağladı; beni de üzerine oturttu.

Ayazlar tepesini aştıktan sonra köy göründü. Düz yolda bir kilometre yürüdükten sonra, Hacı Mehmet'in bahçesinin yanında dereye indiğimizde at suya eğildi, berrak sudan kana kana içerken babam yularını iyice boşatmıştı.

Dereden çıkınca Ali Usta'ların bahçesi, onun biraz ötesinde tek katlı okul binası gözüktü. Ruşen Özkan öğretmen tatile gitmemişti köyde kalıyordu.

Sülük Gölü'ne vardığımızda, okulun bahçesinde öğretmenin mandolininin sesi iyice duyuluyordu. Hızlı bir tempoyla, "Daldalan, daldalan daldan aşağı /Bir saat bir köstek belden aşağı" şarkısının notalarını seslendiriyordu.

Babam birden atı durdurdu, bizden üç yüz metre ötede takım elbisesi, kravatı, bakımlı saçları ile köy insanından farklı olan öğretmeni işaret parmağı ile göstererek;

- Bak oğlum, dedi, okursan O'nun gibi olacaksın…

Sonra iki yumruğunu yukarı kaldırdı; ekin sapları bağlarken kesilen ellerinden akan kanların sarı sıcakta kurumuş simsiyah görüntüsünü gözlerimin yakınına kadar uzattı;

- Okumazsan, benim gibi olacaksın !... dedi.

Bu anı , zihnimin derinliklerinde öylesine büyük bir korku yaratmış olmalı ki, yaşım 67'yi bulduğu halde hala daha gördüğüm tek bir rüya vardır: Sınıfta kalmışım…

Sıçrayarak korkuyla uyanırım, öğrenci olmadığımı anımsarım, yatağa tekrar uzandığımda, geçmişin o korkularını anımsarım.

Zihnimin arkasındaki o yoksulluk korkusunun, kimliğimi ve kişiliğimi derinden etkilediğini düşünürüm… Hem de çok derinlerden etkilediğini…

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar