Nush ile uslanmayanların hakkı
Gerek sınai üretim, gerekse tarım açısından giderek olumsuzlaşan rekabet koşullarını düzeltmek için hiçbir şey yapılmıyor; tam aksine böyle bir sorun olmadığı yönündeki söylemleri ön plana çıkararak konu geçiştirilmeye çalışılıyor. Başka bir deyiş ile üreten kesimler akıntıya karşı yüzmeye mahkum ediliyor. Mağdur durumdaki kesimlerin bu durumu düzeltmek adına gereken tepkiyi değişik nedenlerle gösterememesi ya da onları temsil eden kesimlerin pasifliği de sorunun ağırlaşmasına yardım ediyor.
Son 10-15 yıla baktığımız zaman küresel düzeyde temel hammadde fiyatlarının yükseldiğini, fakat sınai ürün fiyatlarının gerilediğine tanık oluyoruz. Eğer rekabet koşulları büyük olmasa girdi maliyetlerindeki artış sınai ürün fiyatlarına da yansır ve yaratılan katma değer açısından ciddi bir değişiklik yaşanmaz. Fakat öyle olmuyor, maliyetler artıyor, ürün fiyatları geriliyor, yaratılan katma değer erir iken borçlar sağlıksız bir şekilde büyüyor. Özellikle 1999 yılında Çin'in Dünya Ticaret Örgütü'ne girmesi sonrasında toplam arzın sağlıksız bir şekilde büyümesi sorunu ağırlaştıran ana değişkenlerden biri oluyor, nihai ürün fiyatları aşağı ve hammadde fiyatları ise yukarı yönde daha hızlı bir şekilde ilerlemeye başlıyor. Ülkemizde ise Türk Lirası'nı değerlendirerek enflasyon ve faizleri aşağı çekme önceliği gerek tarım, gerekse sınai ürün cephesindeki üreticilerimizin rekabet sorunlarını dayanılmaz boyutlara ulaştırıyor. Öyle ki maliyet sorunu nedeniyle Türkiye'de pamuk üretimi azalır iken ithalatı artıyor... Sonuçta üretim cephesinde yaratılan katma değer küçülüyor, ancak borçlar kontrolsüz bir şekilde büyüyor. Küresel düzeyde teknik önlem adı altında korumacılığın güçlenmesi, ticaret hacminin daralması gibi ek unsurlar ise bardağı taşırmaya başlıyor.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız gerçekleri görmezden gelen büyüme ve ihracat rakamlarına bakanlar ciddi bir rekabet sorunu olduğunu iddia ediyor. Marka yaratmak, verimliliği artırmak ve işgücünü eğitmek gibi söylemler ile topu taca atmaya devam ediyor. Veya Merkez Bankası'nın yaptığı gibi sorunu gizleyecek veya olduğundan küçük gösterecek çalışmalarla konuyu kapatmaya çalışıyorlar. Mevcut programı veya döviz kurunu tartışmaya yanaşmıyor, sorunun söz konusu uygulamalara bağlı olarak iyice olumsuzlaştığını kabul etmek istemiyorlar.
Evet, son 10 yılda Türkiye'de üretim hacmi ve ihracat miktar bazında arttı; fakat yaratıan faaliyet geliri iyice olumsuzlaşan rekabet koşullarının bir sonucu olarak eridi, borçlar büyüdü. Verimlilik alanında aynı dönemde herhangi bir ekonomide görülmemiş düzeydeki gelişmelere rağmen böyle oldu, daha az emekle daha büyük üretim yaparak maliyetler kontrol altında tutulmaya çalışıldı. Bu şekilde faaliyeti sürdürmeye çalışmanın imkânsızlaştığı bir aşamaya gelindi. Bu vurdumduymazlığın hem mevcut sosyal problemleri ağırlaştıracağı hem de çaresizlik ve tepkiselliği besleyerek büyük bir istikrarsızlık yaratacağı ısrarla görmezden gelindi. Bugünkü durumun en temel sebebi ise finansal sermayeye ve onun taleplerine boyun eğen siyasi iradenin başarısızlığıdır.
Enflasyon düşüyor, iç talep canlanıyor ve bütçe açığı küçülüyor diye sevinenlerin, işsizlik anormal bir tempoda artmaya başlayınca ne yapacağız diye düşünmeye başlaması lazım! Etkili ve yetkili kesimler, sanayi ve tarımdaki üreticileri akıntıya karşı yüzmeye mahkum etti ve onlar için tek bir seçim şansı kaldı ya daha fazla tükenmeden faaliyeti durduracaklar ve kendilerini bu duruma düşürenler ile anladıkları dilden konuşacaklar ya da her şeylerini kaybederek tükenecekler. Yıllardır maliyetleri düşürmek veya döviz kurunu biraz olsun yükseltmek adına ricaların nasıl sonuçsuz kaldığı görüldü ve diğer seçenekler gündemden düştü. Kötek sırası önce üretenlerde, daha sonra onları bu açmaza düşürenlerde...